|
| Dini Sözlük | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:47 pm | |
| SADAKA SADAKA Allahû Teâla (cc)'nın ilmi, dilemesi ve yaratması sözkonusu olmadan, kâinatta hiçbir hadise meydana gelemez. İnsanlardan ve diğer canlılardan zûhûr eden fiillerin yaratıcısı Allahû Teâla (cc)'dır. Fiil; mümkünü imkân halinden alıp, gerçek varoluşa irca etmekten ibarettir. Bu nokta da karşımıza halk (yaratma) ve (kazanma) kavramları çıkar. Allahû Teâla (cc)'nın herhangi bir fiili yaratmasına halketme denilir. İnsanın; yaratılmış olan o fiili, kendi ihtiyarı (cüz'i iradesi) ile işlemesine kesb (kazanma) adı verilmiş. Allame Taftazanî: "İnsanların sevâp ve mükâfat almaya, cezâ ve azap görmeye esas teşkil eden ihtiyarı fiilleri vardır."(1) diyerek önemli bir inceliğe işaret etmiştir. Dolayısıyla her mükellef, ihtiyarî fiillerinin karşılığı olarak, ya sadıklardan, -ya yalancılardan olacaktır. Zira Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin sebebi imtihandır. Nitekim bir âyet-i kerime'de: "İnsanlar (yalnız) inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir."(2) hükmü beyan buyurulmuştur. Tevhid mücadelesine gönül veren her mükellef; sadakat ve ihlâs noktasında, hassasiyet göstermek durumundadır. Şimdi ele alacağımız sadaka kelimesi ve kavramı, bu açıdan oldukça önemlidir. Arapça mütehassısları sadaka kelimesinin aslının Sa-Da-Ka (Sad-Dal-Ka) harfleri olduğunu; bu tertibin sıhhat ve kemâl mânâsını ifade etmek üzere vaz' olunduğunu söylemişlerdir.(3) Sadaka; hadiseyi, olduğu gibi ve dosdoğru haber vermektir. Araplar "sadaka fûlanûn fi haberihi" derler. Sevgi ve dostluğunda samimi olan kimseye sıddık denilir. Nitekim Sahabe-i kiramdan Ebubekir (ra)'ın lâkabı budur. Sâdûk, çok doğnı söyleyen, yalanı olmayan kimse mânâsınadır. Sadakat, mü'minler arasındaki sevgi ve muhabbet ilişkisi, bağlılık ve vefa duygusunu ifade eder. Sadaka, Allahû Teâla (cc)'nın rızasını elde etmek için, samimiyetle ve ihlâsla herhangi bir şey vermektir.(4) Dikkat edilirse; "Sa-Da-Ka" kökünden türeyen kelimelerin tamamında; doğruluk, samimiyet, ihlâs ve bağlılık ön plandadır. Nitekim sıdk kelimesinin zıddı kizb (yalan) olarak ifade edilir. Yeryüzünde, tevhide sadakat gösteren mü'minlerle, tuğyan eden kâziblerin (yalancıların) mücadelesi vardır.Kur'ân-ı Kerîm'de sadaka kelimesi, farz olan zekâtı ifade için de kullanılmıştır. Fahrüddin-i Razi: "Allahû Teâla (cc), mal kendisi ile mükemmel ve şer'i mânâda tam mal olduğu için zekâtı da sadaka diye adlandırmıştır. O halde sadaka, ya malın tam olması ve devam etmesi için bir sebeptir veyahut da kulun imanında sadık ve mükemmel olduğunu istidlâl etmeye bir sebeptir."(5) diyerek, önemli bir mahiyeti gündeme getirmektedir.İmam-ı Serahsi (rha) zekâtın farziyetini izah ederken, şu nokta üzerinde durmaktadır: "Allahû Teâla (cc): `Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onların (hasenatmı) bereketlendirmiş olasın.' (Tevbe sûresi:l03) hükmünü beyan etmektedir. Ayrıca bu konuda sünnet de sabit olmuştur"(6). Dikkat edilirse; burada sadaka, zekât mânâsına kullanılmıştır.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Sadakalar Allah'dan bir farz olmak üzere fakirlere, miskinlere, (sadakaların) üzerine memur olanlara, (âınillere) kalbleri ısındırılmak istenenlere (müellefeye), kölelere, gârimine, Allah yolunda (harcamaya) ve yolda kalmışlara mahsustur. Allah, Hakkı ile bilendir. Tam bir hüküm ve hikmet sahibidir."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ûleması:"Zekât kimlere verilebilir?" sualine cevap verirken, daima bu âyet-i kerimeye dayanmıştır. Dolayısıyla sadaka kavramı; farz olan zekâtı, edâsı vacip olan sadaka-i fıtr ve nafile olan infakı içine alan geniş bir kavramdır. Mükellefin; imanında ve ikrarında, samimi olduğunun delilidir.Hz. Sa'lebe İbn-i Suayr (ra)'dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav) ramazan bayramından bir veya iki gün önce irad buyurduğu hutbesinde: "Her hür ve köleden, her küçük ve büyükten sadaka olarak; buğdaydan yarım sa' veya hurmadan bir sa' veya arpadan bir sa' nisbetinde edâ ediniz."( hükmünü beyan etmiştir. Bu hadis-i şerifi esas alan fûkaha: "Sadaka-i fıtr vâciptir. Zira haber-i vahidle sabit olmuştur."(9) hükmünde ittifak etmiştir. İbn-i Ömer (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Rasulullah (sav) sadaka-i fıtrı; müslümanlardan köleye, hüre, erkeğe, kadına, küçüğe, büyüğe vâcip kıldı. Ve bu sadakanın, bayram namazından çıkmazdan evvel verilmesini emreyledi."(10)ta buyurulmuştur.Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; zekât, sadaka-i fitr ve infak, imtihan için verilmiş olan malın üzerine terettüp eden amellerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Sadaka vermek ancak zengin kimseye mahsustur."(11) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. İster farz, ister vâcip, ister nâfile olsun, mâlî ibadetlerini edâ eden mükellef, imanında sâdıktır. Şurası da unutulmamalıdır ki; sadakayı terk eden kimse, dünyevî hırs ve tamah içerisinde mahv-û perişan olur. Firaset sahibi mü'minler, sadakaya riayet ederek, şeriate sadakat gösterirler.KAYNAKLAR(1) Saadeddin Mes'ûd b. Ömer et-Taftazanî, Şerhi'l Akaid, İst.1980, Dergâh Yay., sh.196.(2) Ankebût sûresi: 2-3.(3) İmam-ı Fahrüddin-i Râzî, Mçfiıtihû'I Gayh (Tefsir-,Kebir), Ankara 1989 Akçağ Yay., c. V, sh. 524.(4) Geniş bilgi için bkz./ Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'! Ku'dn, İst. 1986, sh.408-410. Aynca, Seyyid Şerif Cürcanî, et-Ta'rifat, İst. ty. Kaynak Yay. sh.132.(5) İmam Fahrüddin-i Razî, a.g.e., c. V, sh. 524. (6) İmam-ı Serahsî, el·Mebsuı, Beyrut, ty. c. III, sh.149. (7) Tevbe sûresi: 60.( İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut,1315, c. II, sh. 30. Ayrıca İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. III, sh. 101. Abdi'I Latifiz Zebidî, Sahilı-i Buhari ve Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1972, DİB Yayınlan, c. V, sh. 369.(9) İmam-ı Merginanîi, el-Hidaye Şerh-i Bidayetü'I Mübtedi, Kahire:1965, c. I, sh. 115. Ayrıca, İmam-ı Serahsi, a.g.e., c. III, sh. 101; İbn-i Hümam, a.g.e., c. II, sh. 30.(10) Abdi'1 Latifi'z Zebidî, a.g.e., c. V, sh. 363. Aynca İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. III, sh.1011.(11) İbn-i Hümam, a.g.e., c. II, sh. 31. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:47 pm | |
| ŞEHİD-ŞEHADET Günümüzde en çok kullanılan kelimelerden birisinin şehid, diğerinin de şehadet olduğunu söyleyebiliriz. Tâgûtî güçler; birbirleriyle olan silahlı mücadelelerinde, kaybettikleri askerlerine şehid ünvanını vermektedirler. Maalesef günümüzde, İslâm'a düşmanlıklarıyla ma'ruf olan ideolojiler, şehid kavramını yozlaştırabilmek için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir. Mahiyeti küfür olan ideolojilere itikad eden k, kendi ölülerine başka isim veremedikleri için değil, İslâm'ı istismar ederek iktidarlarını sürdürmek için bu yolu seçmektedirler. Halkının önemli bir bölümü müslüman olan ülkelerde; tâgûtî iktidarların zulmü bütün şiddetiyle gündemdedir ve sloganlarını yalan üzerine kurmuşlardır. Yazar Joseph Conrad, Under Western Eyes (Batının Gözleri Önünde) isimli romanında, ihtilâl öncesi Rusya'yı anlatırken, "kelimeler; hakikatin en büyük düşmanlarıdır" demekte ve şunları ilâve etmektedir: "İnsanlar, bu kelimeleri tekrarlayıp duran birer güzel papağan gibidir." Tâgûtî iktidarların İslâm topraklarında gerçekleştirdikleri fesad, bundan farklı değildir.Şimdi şehid ve şehadet kavramlarını açıklamaya gayret edelim. Şehid kelimesi Arapça olup (Ş-H-D) kökünden türetilmiştir. Hem fâil, hem mef'ûl olarak kullanılır. Lûgatta; hazır oldu, huzurda bulundu, şehadette bulundu veya müşahede etti, gibi mânâlara gelir. Bir hadiseyi görmek, bir şeye ulaşmak veya beş duyu organı vasıtasıyla kesin bilgi sahibi olmak, bu fiilin anlamı içerisindedir.(l) Molla Hüsrev: "Müslüman, temiz ve baliğ olup zulmen öldürülen kimseye şehid denilir."(2) tarifini esas almıştır. Alaûddin el-Haskafi, şehid kelimesini tahlil ederken: "şehid, feil vezninde olup, mef'ûl mânâsınadır. Çünkü cennetlik olduğuna şahidlik edilmiştir. Yahud fail mânâsınadır. Zira şehid Rabbi katında diridir. Binaenaleyh kendisi şahiddir."(3) hükmünü zikretmektedir. İmam-ı Merginanî, farklı bir tarif getirmiştir: "Şehid, müşriklerin katlettiği veya harp meydanında vurulduğuna dair kendisinde bir eser bulunan veya müslümanların zulmen katlettiği kimsedir. Resûl-i Ekrem (sav); "Siz onları yaralarıyla, kanlarıyla tekfin edin, yıkamayın."(4) buyurmuştur. Tariflere dikkat edilirse, İslâm topraklarının şehidlerle dolup taştığı rahatça görülebilir. Son birkaç asırdır; bir taraftan emperyalist kâfirler, diğer taraftan zulme ve şirke dayanan iktidarlar, mü'min kanı akıtmaktadırlar. Batı'nın "Orta Doğu Bunalımı" diye nitelendirdiği hâdise, gerçekte bir müslüman katliamıdır.Şehid; Allahû Teâla (cc)'nın rızası için savaşan ve İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için hayatını feda eden mükelleftir. Cihad ibadetini ihlasla edâ eden her mükellefin hedefi, şehid olmaktır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah yolunda öldürülenleri sakın `ölüler' sanmayın. Bilakis onlar Rablerinin katında diridirler. (Öyle ki Allah'ın) Lütfû inayetiyle kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şâd olarak (cennet ni'metleriyle) rızıklanırlar. Arkalarından henüz kendilerine katılmayanlar (şehid olmayanlar) hakkında: `Onlara hiçbir korku yoktur. Onlar da mahzûn olacak değildirler diye müjde vermek isterler."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. İhlâsla ahiret gününe inânan her mükellefin arzûsu, "şehadet makamına" ulaşmaktır. Yine bir başka âyet-i kerime'de "Allah yolunda öldürülmüş olanlar için `ölüler' demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız."(6) buyurulmuştur. İslâm'ın hayata hâkim olması için ihlâsla cihad eden ve bu uğurda şehid olanların, cennet ehli olduğu kat'i nasslarla sabittir.Tâgûti güçlerin emrinde savaşan kimseler; velev ki müslüman dahi olsalar, asla şehid olamaz. Zira şehadet mertebesi; Allahû Teâla (cc)'nın kendi rızası için ve meşrû şartlarda savaşanlara ihsan buyurduğu bir ni'mettir.Şimdi şehid kavramıyla birlikte ele alınması gereken ve aynı kökten gelen şehadet kelimesi üzerinde duralım. Günlük hayatımızda, beş duyu organımız vasıtasıyla kavradığımız ve şahid olduğumuz birçok olay vardır. Bazı olaylar toplum hayatını derinden sarsar. Bazen iki kişi arasında cereyan eder. İnsanların haklarını ve hürriyetlerini muhafaza etmek, İslâm dininin temel hedeflerindendir. Haklar ve hürriyetler ihtilâf konusu haline gelince, mahkeme hadisesi gündeme girer.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan (hâkimler, insan)lar, adaletle şahidlik eden (kimse)ler olun."(7) Emri verilmiştir. Şehadet; başkasına ait bir hakkı, kat'i bilgiye dayanarak, kazâ'nın (yargının) sıhhati için ihbar etmektir. Zannetmek veya tahmin etmek şehadet değildir. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Eğer güneş gibi gördüysen şehadet et!.. Aksi takdirde yapma."( emrini vermiştir. Fûkaha; " Şehadet, iyice görüp anlama mânâsına gelen müşahede'den türemiştir. Ferd için şüphesiz ve yakinî bilgidir."(9) diyerek, bu inceliğe dikkati çekmiştir. Şehadet; Kur'ân-ı Kerîm, sünnet ve icma ile sabit olan, kaza (mahkeme) işlerinde delil kabul edilen bir ameldir. Resûl-i Ekrem (sav) kendisine bir dava intikal edince, şahid getirmelerini talep etmiştir.(10) Kadı (hakim) hüküm verirken; şahidlerin beyanına ve diğer delilleri dikkate almak mecburiyetindedir. Hanefi fûkahası: "Bir kimsenin, diğer bir şahısta bulunan hakkını almak için, belirli lâfızlarla ve hâkim (kadı) huzurunda vâki olan doğru ihbara şehadet denilir." (11) tarifini benimsemiştir. Böyle bir ihbarda bulunan kimseye Şâhid denir. Lehinde şehadet edilen kimseye meşhûdün leh, aleyhinde şehadet edilen şahsa meşhûdün aleyh ve şehadet edilen hususa da meşhûdünbih denilir.(12)Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Şâhidlere ikramda bulununuz ve hürmet ediniz. Çünkü Allahû Teâla (cc) onlar vasıtasıyla hakları korur."(13) buyurduğu bilinmektedir. İnsanların hakları ve hukuklarıyla ilgili konularda şahidlikten imtina etmek, büyük bir cürümdür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şahidler çağrıldıklarında (şahidlik etmekten) kaçınmasınlar."(14) emri verilmiştir. Müşahede ettiğini ikrar etmeyen, insanların haklarını ve hürriyetlerini korumayan (adâletin tahakkukuna engel olan) her mükellef, fısk-û fücûrun yayılmasına vesile olur. Elbette bu durum; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle amel eden mahkemelerle ilgilidir. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklananan kanunlarla hükmeden mahkemeler, İslâmî bir özellik taşımaz.Kur'ânı-ı Kerîm'de; her mükellefin ferdî ve ictimâı planda şâhid olabileceği hadiselerden de bahsedilirken Şehide fiili kullanılmıştır. Mesela: "(O sayılı günler) ramazan ayıdır ki, insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak Kur'ân o ayda (levh-i mahfuzdan semâ-i dünyaya) indirilmiştir. İçinizden kim o aya şahid olursa (Şehide) oruç tutsun..." (15) Ramazan ayına şâhid olmak; şehide fiilinin masdarı olan bir kelime ile ifade olunmuştur. Dolayısıyla o ayda, bilfül hazır olmak mânâsınadır. Yine birçok âyette geçen âlimu' l-gaybi ve'ş-şehadeti ibaresindeki şehadet âlemi; insanların duyularıyla kavradığı ve hazır olduğu âlemdir.İnsanların şehadeti, değişik alanlarda da gündeme girebilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı hakikatin şahidleri olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun diye..."(16) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette geçen ümmeten vasata (vasat ümmet) tâbirinin; âdil ümmet mânâsına geldiğini, bizzat Resûl-i Ekrem (sav) haber vermiştir(17). İmam-ı Şafii (rha) adalet mefhumunu izah ederken: "adâletten murad; Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır"(18) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Dikkat edilirse müslümanlar; insanlara karşı hakikatin şahidleridir. Resûl-i Ekrem (sav)'de, müslümanların üzerine tam bir şâhiddir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede: "Ey Peygamber!.. Biz seni hakikaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik."(19) buyurulmuştur. Allahû Teâla (cc) bütün peygamberlerden ve onların ümmetlerinden misak aldığı, onları birbirlerine şahit tuttuğu kat'i nasslarla sabittir. Esasen daha ruhlar âleminde iken şehadet hadisesi gündeme girmiştir. Bu şahitlik hadisesi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde haber verilmektedir: "Hatırla ki Rabbin, Âdem oğullarının sulbünden zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahid tutmuş (ve) `Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'(demişti) Onlar da: `Evet, Rabbimizsin, şahid olduk' demişlerdi. (İşte bu şahidlendirme) kıyamet günü: `Bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindir. Yahud, `daha evvel atalarımız şirk koşmuştu. Biz de onların ardından gelen (atalarımızın izinden ayrılmayan) bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk edecek misin?' dememeniz içindir?"(20) Ruhlar âleminde gerçekleşen misak olayında iki unsur vardır. Birincisi: Allahû Teâla (cc)'nın "Besizin Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki ikrarı ve teklifi. İkincisi: "İnsanların kendi nefislerine şahid tutulup "Evet, Rabbimizsin!.. Şahid olduk" şeklindeki tasdikidir. Molla Hüsrev: "Bu hâdisede icap ve kabul teşekkül etmiştir. Bunun tabiî sonucu olarak insanların yerine getirmesi gereken vazifeler çıkmıştır. Buna emânet denilir."(21) hükmünü zikretmektedir. Dikkat edilirse; şâhid olma (şehadet) hadisesi ruhlar âleminde başlamıştır. Yeryüzünde mü'minlerin hakikatin şâhidleri olması ve Peygamber Efendimiz (sav)'in şâhidliği, derin temellere dayanmaktadır. Bütün bu unsurlar dikkate alındığı zaman; şehid ve şehadet kavramı daha net olarak kavranabilir. KAYNAKLAR(1) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat, İst.1986, sh.192-294.(2) Molla Hüsrev, Düreri'/ Hükkâm fi Şerhi'l Gureri'I Ahkâm, İst.1307, c. I, sh.168 ("Şehid" bâbı).(3) İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar AIe'd Dürri'/ Muhtar, İst.1983, c. III, sh. 513.(4) İmam-ı Merginanî, e1-Hidaye Şerhû Bidayetü'I Mübtedi, Kahire Î965, c. I, sh. 94 ("Şehid" bâbının girişi).(5) ÂI-i İmrân sûresi: 169-170.(6) Bakara sûresi:154.(7) Maide sûresi: 8.( İbn-i Hümam, Fetlıû'I Kadir, Beyrut:1316, c. VI, sh.ı7.(9) Molla Hüsrev, a.g.e., c. III, sh. 371.(10) Sahiiı-i Buharî, İst. 1401, Çağrı Yay. c. III, sh. 76. Ayrıca, Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. III, sh. 450.(11) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû's-Senai Beyrut, 1974, c. VI, sh. 266, Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, el-Feteva-ı Hiııdiyye, Beyrut:1400, e. III, sh. 540.(12) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, a.g.e., c. III, sh. 450. (13) İmam-ı Serahsî, el-Mehsut, Beyrut, ty. c. XVI, sh.87.(14) Bakara sûresi: 282. (15) Bakara sûresi: 185. (16) Bakara sûresi:143.(17) İbn-i Kesir, Tejsirû'l Kur'îııı'i! Aziym, Beyrut 1969, c. I, sh. 191, Ayrıca İmam-ı Kurtubi, el-Camü Ii Ahkâmi'! Kur'âıı, c. II, sh.156.(18) İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire: 1979 (2. bsm.), sh. 25 Madde: 71.(19) Ahzab sûresi: 45.(20) A'râf sûresi:172-173.(21) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi'l Mirkat elVüsûl, İst.1307-8, c. I, sh. 591.shf 299 | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:48 pm | |
| ŞERİAT ŞERİAT İnsanları diğer canlı varlıklardan ayıran özelliklerin başında, duygularını ve düşüncelerini ifade edebilme kabiliyeti gelir. Genellikle "anlaşma maksadıyla kullanılan işaretler ve sesler sistemi" şeklinde tarif edilen dil, önemli bir vasıtadır. Türkiye'de; son bir asır içerisinde birçok alanda değişiklikler olmuştur. Devletin şekli, kanunları, yazısı ve hatta adı değişmiştir. Değişmeyen husus şudur: "Batı hayranları, ısrarla şeriat düşmanlığını resmî ideoloji hâline getirmeye çalışmışlardır" ve bunda muvaffak oldukları sâbittir. Bilindiği gibi; "Kurulu bir düzenin, kanunlarla yasakladığı fiillere suç denilir" tarifi yaygındır. Bu noktada "Şeriatçı olmak suç mudur?" suali zihnimize takılabilir. Dolayısıyla önce; "Şeriat nedir?" sualine verilecek cevapta anlaşmak mecburiyetindeyiz.Arapça olan şeriat kelimesi; Şe-Ra-A fülinden gelir. Lûgatta; insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol mânâsınadır.(1) Bu fiilin masdarı olan şeriat "geniş su yolu" demektir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "(Ey Peygamber!) Onlara denizin yakınındaki o kasabayı (onun hâlini ve ahalisinin başına gelenleri) sor. Hani onlar cumartesi gününün hürmetini ihlal ederek haddi aşmışlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın (şürre'an) meydana çıkarak yanlarına geliyorlardı. Diğer günler ise gelmiyorlardı. İşte biz itaatten çık' makta olduklarından dolayı kendilerini böylece imtihan ediyorduk."(2) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada "şürre'an" su yolu , mânâsınadır. Elbette her suyun yolu olduğu gibi, kaynaklandığı bir pınarı da vardır. İşte suyun çıktığı yere "minhac", takip ettiği yola da şeriat denilir. İnsan ve toplum hayatını düzene koyan kuralların, hem bir çıkış kaynağı (esbab-ı mucibesi), hem kaynaktan sonra takip ettiği bir yolu (usûlü) vardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: Her ümmet için bir minhac ve şeriat tayin edildiği, sarih olarak beyan edilmiştir.(3) İslâm tarihçileri; Hz. Âdem (as)'dan günümüze kadar devam eden mücadeleyi el-milel ve'n-nihal temeline dayanarak izah etmişlerdir. el-Milel vahye dayanan ve Allahû Teâla (cc)'nın tayin ettiği şeriatı esas alan ve akıllarının tayin ettiği şeriata tâbi olan cemiyetlerin tarihini konu almaktadır. elMilel ve'n-nihal terkibini Türkçe'de şu şekilde ifade etmemiz mümkündür: "Vahye dayanan dinlerin ve akla dayanan ideolojilerin tarihi." Kısaca; dinlerin ve ideolojilerin tarihi de diyebiliriz.Bir toplumun bütün ferdleri bağlayan kurallara (kanunların tamamına) şeriat denilir. Kuvvetin esas alındığı ve güçlülerin daima haklı olduğu "Orman Kanunu" deyimi, Arapça'da ,reriatü' l-ğaab olarak ifadesini bulmuştur (4) İslâm'a karşı savaş açan Mekke müşriklerinin; Dârû'nNedve'de toplanarak, bütün ferdleri bağlayıcı kanunlar çıkardıkları malûmdur. Bu kanunların tamamına "Bâtıl Şeriat" demek mümkündür. Nitekim Kur'ân-ı Kerım'de: "Yoksa onların (Mekke müşriklerinin) Allah'ın izin vermediği şeyleri (o fâsid) dinlerinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı aralarında mutlaka (dünyada icra) edilmiş (işleri bitirilmiş)ti bile. Şüphesiz ki o zâlimlerin hakkı çetin bir azaptır."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse, Dâru'n-Nedve'de kararlaştırılan ve Mekke'de yaşayan insanların tamamına uygulanan kanunlar da "Batıl dinden çıkarılan bir şeriat" olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla her toplumun (ister hak, ister bâtıl) bir şeriatı vardır. Mustafa Kemal Nutuk isimli eserinde: "şeriat demek; kanun demektir, nizam demektir" cümlesini bu mânâda kullanmıştır. Kendisi Osmanlı döneminin eğitim müesseselerinde yetiştiği için meseleye vâkıftır. Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: İnsan için iki yol vardır. Ya şeriatçı (kanun ve nizamdan yana) olacaktır, ya anarşist!.. Bu mânâda her laik devlet; vahyi esas almayan ve akla dayanan bir şeriat peşindedir. Şurası muhakkaktır ki, bir müslüman; Allahû Teâla (cc)'nın kitabına ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetine, kayıtsız ve şartsız teslim olmuştur. Esasen "müslüman" kelimesi, teslim olan mânâsınadır. Her peygamberin görevleri vardır. Şimdi Kur'ân-ı Kerimde, Resûl-l Ekrem (sav)'e verilen görevleri ana hatlarıyla izaha gayret edelim.Birincisi: Allahû Teâla (cc)nın emirlerini tebliğ etmektir. Peygamberler Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini, insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin tebliğe memurdurlar. Nitekim bir âyet-i kerime'de: "Ey Peygamber!.. Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan (Allah'ın) elçiliğini edâ ve ifâ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır"(6). buyurulmuştur. Peygamberlerin vahye ihanet etmeleri veya gizlemeleri asla düşünülemez. Zira murakebe altmdadırlar. Resûl-i Ekrem (sav): "Allah'ın emretmiş olduğu hiçbir şey yoktur ki, size emretmiş olmayayım. Allah'ın sakındırdığı (nehyettiği) hiçbir şey yoktur ki, sizi ondan menetmiş olmayayım."(7) diyerek, görevini hakkı ile edâ ettiğini belirtmiştir.İkincisi: Şeriata tâbi olmak ve tâviz vermemektir. Bütün peygamberler, bir şeriati tebliğ etmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisine tebliğ edilen şeriata uymaması veya muhayyer olması düşünülemez. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Sonra seni de bir emr (hususunda) bu şeriatin üstüne me'mur kıldık. O halde sen ona (şeriata) tâbi ol!.. Bilmezlerin hevâ (ve heveslerine) sakın uyma!.."( hükmü beyan buyurulmuştur. Esasen şeriata tâbi olmak şeriattan taviz vermemek sadece peygamberlerin görevi değil, aynı zamanda o peygambere tâbi olan bütün insanların görevidir.Üçüncüsü: İnsanlar arasında şeriatla hükmetmektir. Bütün peygamberler insanlara Allahû Teâla (cc)'ya ibadet ediniz!... Tâgût'a kulluk etmekten kaçınınız diye, tebliğatta bulunmuşlardır. Resûl-i Ekrem (sav) insanlar arasında, İslâm şeriatının nasıl tatbik edileceğini, bizzat tatbik ederek göstermiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Allah'ın indirdikleriyle (insanlar arasında) hüküm et!.. Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiği (hükümlerin) bir kısmından seni sapıtacaklar diye kaçm onlardan. Eğer onlar (indirilen hükümleri kabul etmekten) yüz çevirirlerse bil ki Allah günahlarının biri (veya sadece yüz çevirmeleri) sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak i. İnsanların birçoğu muhakkak ki, Allah'ın emrinden dışarı çıkanlardır. Onlar hâlâ cahiliyet devrinin (o kötü) hükmünü mü arzu ediyorlar. şüphesiz (salih) bir kanaate (yakine) sahip bir kavm indinde, hükmü Allah'dan daha güzel kim olabilir?"(9) hükmü beyan buyurulmuştur.Dikkat edilirse üç önemli görev, hep emir sigasıyla verilmiştir. Şeriata tâbi olma hususunda muhayyerlik yoktur. Peygambere vâris olan ûlemanın bu üç önemli görev hususunda titizlik göstermesi zarurîdir.Herhangi bir şeriata tâbi olma suç ilân edilirse, din ve vicdan hürriyetinden söz edilemez. Kaldı ki sadece müslümanlar değil; TC vatandaşı olan yahudiler ve hıristiyanlar da bir şeriata tâbi olmuşlardır. Keyiflerini kanun haline getirmek isteyen yobazlar; tâgûtlarını memnun etmek için, İslâm düşmanlığını "Şeriatçıların başı ezilmelidir" sloganıyla sürdürmektedirler. Halbuki kendileri de bâtıl bir şeriatın emrindedirler. Tıpkı Mekke müşrikleri gibi; cahiliyye gayretine kapılmış ve müslümanlara işkence etmeyi marifet zannetmişlerdir. Bu hususu açıkça ifade etmekte fayda vardır.KAYNAKLAR(1) Geniş bilgi için bkz. Râgıb el-Isfahanî, el-Müfredatfi Garibi'I-Kur'ân, İstanbul 1986, Kahraman Yay., sh. 379-380.(2) A'râf sûresi:163.(3) Mecmualû't-Tefasir, İstanbul 1979, Çağrı Yay., c. II, sh. 296-297 (Mâide sûresi: 48.nci âyetin tefsiri).(4) Osman Zeki Soyyiğit, Şericıt Kaı,gası, İstanbul 1987, sh.19 vd.(5)Şûara sûresi: 21.(6)Maide sûresi: 67(Tebliğle ilgili olarak bkz.: ÂI-i İmran sûresi:110; Ra'd sûresi: 40; Nahl sûresi: 82).(7)İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire,1972,(2. bsm.), sh.87, Madde: 286.(8)Casiye sûresi: 18,(Şu âyetlerde vahye uyması emredilmiştir: En'am sûresi:106; Ahzab sûresi: 2,45)(9)Mâide sûresi: 49-50. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:48 pm | |
| ŞİRK ŞİRK eş-Şerike veya eŞ-Şirke şeklinde kullanılan bu kelime, ortaklık mânâsına gelir.(1) İki ortağın sermaye ve emeklerini birbirine katmaları, mirasta, ganimette, alım ve satımda birbirine şerik olmalarına "şirket" denilmiştir (2) Allahû Teâla (cc)'ya inanmakla birlikte, kudret ve kuvvette ona denk başka ilâhları da tanımaktır. Fıkıh'ta, ehl-i kitap da dahil, mü'minlerin dışında kalan her türlü akaid küfürdür. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Küfür tek bir milletir"(3) hadis-i şerifi esas alınmıştır. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yahudiler: `Uzeyr Allah'ın oğludur', nasraniler de; `Mesih (İsa) Allah'ın oğludur' dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri bir sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar. Oysa O (Allah)'dan başka ilâh yoktur. Allah koştukları eşlerden (ortaklardan) münezzehtir."(4) buyurulmuştur. Açıktan açığa Allah'a ortak koşan, birkaç ilâhın varlığını kabul edenlere "zahiri müşrik" denir. Mecûsiler "zahiri" müşrik hükmündedir (5) İslâm dininin esaslarına, tevhid akidesine inanmayan ve bunu açıkça ilân edenlere "hakiki müşrik" denir. Yahudiler ve nasraniler (hıristiyanlar) bu gruba girerler (6) İslâm uleması, şirki değişik şubelere ayırarak tahlil etmiştir. Kısaca izah edelim:1. Şirkû'1-İstiklâl: Birbirinden bağımsız ve ayrı ayrı işleri gören iki ilâhın varlığını kabul etmektedir. Mecûsilerin "iyilik tanrısı" ve "kötülük tanrısı" diye yaptıkları ayrım bunun en güzel örneğidir.2. Şirkû't-Tab'id: Bu, bir ilâhın, birkaç tanrının bir araya gelmesi sonucu ortaya çıktığını kabul edenleri tarifte kullanılır. Hıristiyanların ekanim-i selâse (üçlü teslis) itikadı bunun en güzel misâlidir.3. Şirkû't-Takrib: Bu Allah (cc)'a kendilerini yaklaştıracaklarını zannederek, bir takım putlara ibadet etmektir. Cahiliyye döneminde Araplar Allahû Teâla (cc)'ya iman ederler, ancak putlara ibadet ederek, kendilerinin Allah (cc)'a yaklaşacaklarmı sananlan tarifte kullanılır(7).4. Şirkû't-Taklid: Bu atalanrının izinden gitmek sûretiyle,Allah (cc)'tan başkasına ibadet edenleri, isimlendirmek için kullanılır.Bu dört şubenin kesinlikle küfür olduğu hususunda icmâ hâsıl olmuştur. Bunun dışında "küfür" olup-olmadığı hususunda ihtilâf edilen iki şube daha mevcuttur. Bunları da şu şekilde izah etmek mümkündür. Herhangi bir mü'min Allah (cc)'rn rızası dışında birtakım gayeler gözeterek ibadette bulunursa şirkû'l-ağraz teşekül eder. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Gösteriş için oruç tutan, namaz kılan ve tasaddukta bulunan kimse Allah (cc)'a şirk koşmuş olur.'( hadis-i şerifi, ,sirkû'1-ağrazı tarif eder. Bu sebeple riya ile ilgili bilgilerin farz-ı ayn olduğu hususunda ittifak hâsıl olmuştur (9) Tasavvuf büyüklerinden Fudayl b. İyaz (rha)'rn "Halk için ameli terketmek riyâdır. Halk için amel etmek ise şirktir"(10) sözü üzerine iyi düşünmek borcundayız. Bugün "Halk bize ne der?" endişesiyle kıvranan insanlar;şirkû'l-ağraz hastalığına tutulmuşlardır.Üzerinde hassasiyetle durulacak bir şirk çeşidi de ,sirkû' l esbab'dır. Bunun mahiyetini Hz. Ebu Bekir Sıddîk (ra)'tan rivayet edilen şu hadis-i şeriften öğrenelim: "Şirk sizin aranızda karmcanın kımıldamasından daha gizlidir." Hz. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şirk ancak Allah azze ve celle'den başkasına ibadet edilmek değil midir, yahud Allah'la birlikte başkasına tapmak değil midir?" Resûl-i Ekrem (sav): "Allah hayrını versin ey Sıddîk!.. Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha gizlidir. Sana onun küçüklerini, büyüklerini yahud küçüğünü giderecek bir şey haber vereyim mi?" Hz: Ebû Bekir: "Hay hay yâ Rasûlallah" dedi. "Her gün üç defa: "Allah'ım bile bile şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmediklerimden de senden af dilerim" dersin. Şirk: "Bana filân ve Allah verdi," demendir. Denktaşlık ise: "Eğer filân olmasa idi, beni filânca öldürücekti" demendir." Buyurdular(11).Göıüldüğü gibi "sebeplerin ve maksatların" putlaştırılması, büyük bir zulüm ve şirktir. Şirkû'l-esbab ve ,sirkû'l-ağraz korkunç mesafeler kaydetmiştir. Şirkin her çeşidinden Allahû Teâla (cc)'ya sağınmak ve sırat-ı müstakim dışındaki bütün yollan terketmek vaciptir. Bugün halkı müslüman ülkelerin yöneticileri, Allah'a inandıklarını, kitleler önünde ikrar ederler. Ancak belirli ideolojilerle, insanlann hayatlarına yön vemıeye kalkarlar. Bu sebeple Allahû Teâla (cc)'ya, kurtarıcı ilân ettikleri "ideologlan" ortak koşarlar. Bu anlamda "müşrik düzen" tâbiri, isabetlidir.KAYNAKLAR(1) İbn-i Manzur, Lisanû'1 Arab, Beyrut 1955,.c. X, sh. 444-448.(2) Mecdu'ddin eş-Şirazî el-Firûzabadî, Kamusû'1 Muhit, İst.1304, c. III, sh. 96. Aynca Ömer Nasuhi Bilmen, Nukuk-ı İslamiyye ve lstılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1976, c. VIII, sh. 63, Madde: 43.(3) Şeyh Nizamüddin ve Heyet: el-Feteva-ı Hindiyye, Beynıt 1400, (3. bsm.) c. VI, sh. 454.(4) Tevbe sûresi: 30-31.(5) eş-Şehristânî, e1-Mile1 ve'n-Nihâl, Beyrut 1395, Dârıı l-Marife Yay. c. I, sh. 233.(6) Aliyyü'1 Kari, Şerhû'ş-Şifâ, İst.1309, c. II, sh. 514. (7) Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Ank. 1981, (3. bsm.)sh. 46.( Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul 1981, sh. 80.(9) İbn-i Abidin, Reddü'! Muhtar Ale'd Dürri'I Muhtar, Mısır,1972, c.1, sh. 29.(10) Kureyrî Risalesi, İst.1978, ("İhlâs" mad.) sh. 307. (11) İmam-ı Mervezî, Müshed-i Ebû Bekir Sıddîk, İst.1981, sh. 91.2 | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:56 pm | |
| SİYASET SİYASET Emir, nehiy ve terbiye gibi mânâlara gelen siyaset kelimesi Arapçâ dır ve sase fülinden masdardır. İbn-i Abdin "siyaseti" şu şekilde tarif etmektedir: "Siyaset, halkı dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salâh ve manfaatlerine çalışmaktır."(1) Bu tarifin devamında da; bütün İslâmî hükümlerin "iman" ve "siyaset" çevresinde döndüğünü beyan etmektedir.Hz. Âdem (as) ile başlayan tevhid mücadelesi, şer'i siyaset üzerine kurulmuştur. Resul-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâm'a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz."(2) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla mü'minler; hevâ ve heveslerini bir kenara bırakıp, İslâmî hükümlere kayıtsız ve şartsız teslim olmak mecburiyetindedirler. İşte, bu kat'i teslimiyet, siyaset'tir. İslâm ûleması ilimlerin en şereflisinin ilm-i siyaset olduğu hususunda ittifak etmiştir.İçinde yaşadığımız toplumda sürekli gündemde kalan meselelerin başında "siyasetin" geldiği tartışılamaz. Esasen "demokratik-laik" bütün toplumlarda siyasî hareketler insanları yakından ilgilendirir. Çünkü hüküm koyma hakkının kayıtsız ve şartsız insana devredildiği, lâik toplumlarda heva ve hevesler yaygınlaşır. Halkı müslüman olan ülkelerde "siyâset'ten nefret" psikolojisi de yaygındır. Bilhassa müslümanlar, temelde yalana dayandığı gerekçesi ile, siyasî hareketlere karşı ilgisizdirler. "Siyaset'ten nefret" psikolojisini bir kaç yönden izah etmek mümkündür. Birincisi; Hz. Hüseyin (ra)'in Kerbelâ'da feci şekilde şehid edilmesinden sonra başlayan Melik-i Adûd dönemi mü'minlerin siyasî haklarını engellemiştir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) başta olmak üzere birçok müctehid imamın zindanlarda şehid edilmesi, ikrah-ı mülciye varan bir baskı ve kılıç zoruyla alınan bey'atlar, ümmet-i Muhammed'i "siyasetten" soğutmuştur. Dolayısiyle bütün muteber kaynaklarda "devlet kapısından uzak kalmanın" fazileti üzerinde durulmuştur. İkincisi; Resûl-i Ekrem (sav)'den geldiği malûm ve meşhur olan hükümlerin aksine olan itikadlar da, "siyaset" kanalı ile gelişmiştir. Başta hariciler olmak üzere "ehl-i sünnetten" ayrılan bütün fırkalar, siyasî bazı tezler ileri sürerek taraftar toplama yolunu seçmişlerdir. Üçüncüsü; "siyaset" kelimesinin Osmanlı döneminde ölüm mânâsına kullanılması da, nefret psikolojisini geliştirmiştir. O dönemdeki herhangi bir fetvada yer alan; "siyaset oluna" hükmü ta'ziren öldürülmeyi beraberinde getirmektedir.Hevâ ve heveslerine göre hükümler icad eden tiranların, krallarm ve meclislerin sınırlarını çizdiği siyaset ise; siyaset-i zâlime hükmündedir. İbn-i Abidin: "Siyaset-i zâlime, halkın haklarına zıt olan siyasettir ki, şeriat bunu haram kılmıştır"(3) diyerek meselenin ehemmiyetini ortaya koyuyor. Dolayısıyle tâgûtî güçlerin anayasaları çerçevesi içerisindeki her türlü siyaset, siyaset-i zâlime hükmündedir.Sonuç olarak; "Galû Bela dan beri müslümanım" diyen her mükellef, şer'i şerifin hududları içerisinde dahil olan siyaset-i âdile hususunda hassas olmak zorundadır. Zira imamet ve bey'at ile ilgili ilimler, her mükellef üzerine farz-ı ayndır.(Bkz: Bey'at ve Hilâfet maddeleri). KAYNAKLAR (1) İbn-i Abidin, Reddü"1 Muhtar Ale"d Dürri'1 Muhtor, Terc., İst.1983, Şamil Yay. c. VIII, sh.186. (2) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kuı'ân'il Azim, Beyrut: 1969, Dâru'1-Marife Neşri, c. III, sh. 490. (3) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh.186. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:57 pm | |
| SÜNNET SÜNNET Önce lûgat mânâsı üzerinde duralım. Sünnet kelimesinin lûgat mânası "âdet, makbul olsun veya olmasın takip edilen yol, yüz, yahut gözün görünen kısmı, sîret, tabiat mânâlarına gelir."(1) Cahiliyye döneminde Araplar sünnet kelimesini yol mânâsına kullanıyorlar ve biliyorlardı. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Size benim sünnetime sarılmanızı tavsiye ederim"(2) emrini işitince, buradaki sünnet lafzının, Peygamber (sav) Efendimizin hususî ve umumî hayatındaki davranışları ifade ettiğinin farkındaydılar. Nitekim hiçbir sahabe, sünnet lafzından neyin kastedildiğini sormamıştır. Kur'ân-ı Kerim de: "Daha evvel geçenler hakkında Allah bu âdeti (koymuştur), Allah'ın âdetini değiştirmeye ise asla imkân bulamazsın"(3) buyurulmuştur. Bu ayet-i kerimede geçen sünnet kelimesi; âdetullah veya sünnetullah diye ifade edilmiştir.(4) Istılâhta sünnet; "Resûl-i Ekrem (sav)'den sâdır olan söz, fiil ve takrirdir" şeklinde tarif olunmuştur.(5) Kur'ân-ı Kerim'de: "Bir de Peygamber size ne verdiyse (her ne emir verirse) onu tutun, nehyettiğinden de sakının"(6) buyurulmuştur.Resûl-i Ekrem (sav)'in herhangi bir olay ve soru karşısındaki tutumu, mûteber kaynaklarda açıkca izah edilmiştir. Önce vahyin gelmesini bekler, gelmezse ictihadı ile hüküm verirdi. Nitekim hükmü kat'iyet ifade eden mütevatir sünnetin inkârının "küfür" olduğu hususunda ittifak vardır(7). Beş vakit namazın rek'atları, recm, haccın ne şekilde edâ edileceği, zekât'ın miktarı ve bunun gibi birçok farz olan hüküm, mütevatir sünnetle sabittir. İslâm fıkhında mütevatir sünnet kesin delildir(. Hanefi fûkahası; hadis rivayetiyle meşhur olan, müctehid bir ravinin, haber-i vahid durumda olan hadisinin de, delil olduğunda ittifak etmiştir.(9) Dolayısıyle Resûl-i Ekrem (sav)'in din hususunda söylediği her söz, haber-i vahidle bile bize ulaşmışsa, ona uymak mecburiyetimiz vardır. Heva ve heveslerimize kapılıp, kendi aklımızı tercih hakkımız olmaz.Bedir'de savaş yerinin tesbiti veya hurma ağaçlarının budanması ile ilgili içtihadları esas alıp; "sünnet bağlayıcı değildir" tezine sarılan modernistler ve. bel'am kılıklı kişiler mü'minleri saptırmaktadırlar. Çünkü zevaid sünnetler, bizzat Resûl-i Ekrem (sav)'in ta'limiyle sübût bulmuştur. İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetlerini Resûl-i Ekrem (sav)'in bazen kılması, bazen terketmesi hadisesi sabittir. Mü'minler de onu aynen taklid ederler. Bu zevaid sünneti terk değil, bilâkis bizzat Resûl-i Ekrem (sav)'in taklidi getirir.KAYNAKLAR(1) Diyoııet Gazetesi, Subat 1971, Sayı:13, sh. 3. (2) Süııeıı-i İbn-i Mace, İst: 1400, Çağrı Yay. c. I, sh.15-16, Had. No: 42.(3) Ahzâb sûresi: 62.(4) Mecmuat'u't-Tefosir, İst: 1979, Çağrı Yay. c. V, sh.(5) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl, İstanbul 1307, c. II, sh. 3.(6) Haşr sûresi:7. İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmü'I-Kur'ân isimli tefsirinde (c.V, sh. 261) Nisâ sûresinin 59'ncu ayetini tefsir ederken, ihtilâflann peygambere döndürülmesinden murad, sağlığında bizzat kendisine müracaat etmek, vefatından sonra da sünnetine başvurmak olarak izah eder. Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte "Ümmetimden yüz çevirenleri müstesna, hepsi cennete girer" buyurulduğu, "Yüz çeviren kimdir?" diye sual edildiğinde, Resûl-i Ekrem (sav)'in "Bana itaat eden cennete girer, isyan eden de yüz çevirmiştir" buyurduğu sabittir. (Mansur Ali Nasif, Tac Tercemesi, İstanbul 1976, c. I, sh. 65. Had. No: 66).(7) Molla Hüsrev, a.g.e., c. II, sh. 8 vd.( Ömer Nasûhi bilmen, Nukuk-ı İslâmîyye ve Isıılahatı Fıkhiyye Kamıısu, İstanbul 1976, c. I, sh. 135, Madde: 389-390.(9) İmam-ı Serahsî, Temhidû'1-Fusûl, Beyrut 1393, c. I, sh. 321. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:57 pm | |
| ŞÛRA-MÜŞAVERE Yaratılış itibariyle (fizikî ve ruhî açıdan) birbirlerine bağımlı olan insanlar, cemiyet halinde yaşamak durumundadırlar. Hz. Âdem (as)'den itibaren her cemiyette mutlaka bir otorite (iktidar) ve o otoriteye bağlı kitleler vardır. İnsanlığın ilerlemesini veya düşüşünü belirleyen faktörlerin başında; siyasî iktidarların, kendilerine itaat eden insanları yönlendirmeleri gelir. Bir misâl verelim: Tren; sürücüsünün istediği yönde hareket eder. Raylar döşenmiştir. Yolcular ona tâbidir. Eğer başka bir yöne gitmek istiyorlarsa ya treni, ya sürücüyü değiştirmek mecburiyetindedirler. Bu misalden de anlaşılacağı üzere insan medeniyetinin yönünü, siyasî iktidar ve kudret sahipleri belirler. Elbette bütün toplumlarda hem iktidar, hem muhalefet cephesi vardır. Ancak iktidar sahipleri; bütün kaynakları kontrol ettikleri için, insanların düşüncelerini ve davranışlarını bile şekillendirebilirler. Sosyal mücadele içerisinde insanların birbirleriyle müşaveresi ve ortak hareketleri daima gündemdedir. Dolayısıyla şûra veya müşavere İslâmî birer kavram değil, sosyal mücadelelerde daima müracat edilen bir usûldür. Sadece müslümanlar değil, kâfirler de birbirleriyle müşavere etmek ihtiyacını hissederler. Bazı çevreler "Efendim!.. Şûra gibi bir İslâmî kavramı harcamayalım. Bizim şûra üyesi olacak ehliyetimiz yoktur" derken, meseleye vâkıf olmadıklarını ortaya koymaktadırlar. Şimdi önce "şûra nedir?" sualine cevap arayalım. Daha sonra Kur'ân-ı Kerîm'de kıssalar yoluyla verilen müşavere örneklerini gözden geçirelim. Arap lisanında işaret masdarı "ilâ" ile kullanıldığı zaman "el veya göz yahud da kaş ile imâ etmek" anlamına gelir. Aynı kelime "alâ" ile kullanıldığında ise "emretmek ve re'y vermek" mânâsını ifade eder. Bu anlamda müşavere işaret almak demektir. Müşavere, şivar, meşveret, meşûra, meşvûra; aynı kökten türemiş kelimeler olup "danışıp işaret almak, rey almak ve bir mesele hakkındaki görüşünü sormak" mânâsınadır. Toplanıp meşveret eden cemaate şûra denilir(1).Meşûra kelimesi ise teknik istişare mânâsınadır. Gelişi güzel herhangi bir kimsenin fikrine müracaat etmeyip bizzat istişareye ehil olan kimseleri seçmek ve ihtisasa hürmet etmek önemlidir. Herhangi bir problemle karşılaşan kimse; o problemini çözecek eğitim düzeyine sahip ve tecrübeli şahıslara öncelik verir. Herhangi bir suç isnadıyla mahkemeye verilen kimse, o sahada mâhir bir avukat bulmaya gayret sarfeder. Meselesini onunla istişare eder. İşte bu füle meşûra (teknik istişare) denilir. Herhangi bir hastalığa tutulan kimse için de aynı usûl geçerlidir. Mutlaka hastalığı konusunda ihtisas yapmış bir doktoru tercih eder. Sosyal mücadelelerde de durum farklı değildir. Allahû Teâla (cc) ihtisas sahibi kimselerden faydalanmanın şeklini anlatmak üzere; Sebe Kraliçesi Belkıs'ın, çevresindeki ileri gelenlerle (mele topluluğu) nasıl müşavere ettiğini haber vermiştir. Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'den. bu olayı birlikte okuyalım: "(Süleyman, Hüdhüd kuşuna hitaben) Dedi ki; `Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Şu mektubu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan ayrıl ve onların verecekleri cevabı bekle. (Sebe Kraliçesi) Dedi ki; `Ey Mele (ileri gelenler topluluğu), bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O muhakkak Süleyman'dandır ve şöyle (demekte)dir: Rahman ve rahim olanın (Allah'ın) adıyle.. Bana karşı baş kaldırmayın. Allah'a teslimiyet göstererek bana gelin! (Kraliçe) şöyle devam etti: `Ey Mele!.. bana bu meselede akıl (rey) veriniz. Sizin şâhid olmadığınız hiçbir emirde (umumla ilgili meselelerde tek başıma) karar vermem. (Onlar-mele topluğu- düşünüp, şöyle) Dediler: `Biz güç ve kuvvet sahipleri, çetin savaş erbabıyız. Emir sana aittir. Bize ne emredeceksen emret! (Kraliçe) Dedi ki: `Şüphesiz ki hükümdarlar bir memlekete girdiklerinde orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de, (elçiler) ne ile dönecekler bakayım. Bunun üzerine vaktâki (o gönderilen heyet) Süleyman'a geldi. (Süleyman) Dedi ki: `Siz bana mal ile mi yardım ediyorsunuz? İşte Allah'ın bana verdiği (ni'metler ki onlar) size verdiğinden daha çok hayırlıdır. Belki siz hediyenizle böbürlenirsiniz. Dön onlara!.. Andolsun önüne geçemiyecekleri ordularla gelir, onları hor ve hakir oldukları halde, oradan (memleketlerinden) çıkarırım. (Sonra Süleyman) Dedi ki: `Ey Mele!.. (İleri gelenler topluluğu) onun tahtını kendileri (Allah'a) teslimiyet göstererek gelmelerinden evvel, hanginiz bana getirir? Cinnilerden bir ifrit: `Sen makamından kalkmadan ben onu (tahtını) sana getiririm. Buna da muktedir ve eminim dedi. Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan (zât, Asaf b. Berhiya): `Onu sana gözün kendine dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel getiririm. Vaktaki (Süleyman) tahtı yanında durur bir halde gördü: `Bu, dedi, Rabbimizin fazl-u lûtfûndandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, beni imtihan ettiği içindir. Kim şükrederse kendi faidesinedir. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbim (onun şükründen) tamamen müstağnidir. (Hem o) Hakkı ile kerem sahibidir."(2)Dikkat edilirse Sebe Kraliçesi'nin çevresinde bir müşavere heyeti (mele topluluğu) vardır. Güneşe secde eden bu topluluk, siyasî ve sosyal problemlerini "şura yoluyla" çözme gayretindedirler. Ayette geçen "mele", toplumun seçkin ve mümtaz kesimini ifade içindir. Hz. Süleyman (as)'ın çevresinde de bir "müşavere heyeti" vardır. Dolayısıyla herhangi bir toplumu ilgilendiren meselelerin müşavere yoluyla çözülmesi faydalı bir usûldür. İman veya küfürle bir ilgisi yoktur. Nitekim Fir'avn'un; Hz. Musa (sa)'ya karşı mücadele verirken, çevresindekilerle sık sık müşavere ettiği sabittir. Fir'avn'un çevresindeki ileri gelenler (mele topluluğu), Hz. Musa (as)'m öldürülmesini, değişik sosyal sebeplerle kabul etmezler. Fir'avn onları ikna etmek için şunları söyler: "Fir'avn: `Bırakın beni (izin verin), dedi, Musa'yı öldüreyim. (Varsın o) Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum."(3)Cahiliyye döneminde mekke müşrikleri, karşılaştıkları bütün problemleri, müşavere yoluyla çözüyorlardı. Dar'un Nedve'de şura meclisini yöneten şahıs Yezid b. Zema b. Esved idi. Kureyş'in yönetiminde ona verilen görev, şurayı faal hale getirmektir. Nitekim Allame Zemahşerî, "İş hususunda onlarla müşavere et"(Âl-i İmrân sûresi:l59) meâlindeki âyeti tefsir ederken, bu hususa geniş yer vermiştir. Kelime-i şehadet getirerek"tevhid mücadelesine" katılan Kureyş'lilerin, daha önceden müşavere usûlünü bildikleri üzerinde özellikle durmuştur.(4) Şurası muhakkaktır ki; gerek aileyi, gerek toplumu ilgilendiren konularda müşavere etmek nassla sabittir. İslâm dini, müşaverenin alanını tayin ve tesbit etmiştir.Kur'ân-ı Kerim'de: "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. (Bu) emmeyi tam yaptırmak isteyenler içindir. O (annelerin) ma'ruf şekilde yiyeceği ve giyeceği (nafakası), çocuk kendisinden olan babaya aittir. Kimse güç yetiremeyeceği bir şeyle mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de çocuğun babası, o çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibisidir. Eğer (anne ve baba) aralarında anlaşarak ve müşavere ederek, çocuğu memeden kesmeyi arzu ederlerse, ikisine de günah yoktur."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu âyetin, talak âyetinden sonra gelmesini dikkate alarak, meseleyi izah etmişlerdir. Boşanan erkek ve kadının; çocuklarıyla ilgili hususlarda müşavere etmeleri ve birbirlerini zarara sokmamaları esastır. Fahrüddin-i Razi, bu âyetin tefsirinde; "Bu en doğru olan görüştür. Buna göre, bu sınırlama (tam ikiyıl) dan maksat, karı-koca emzirme müddetinde anlaşmazlığa düştüklerinde, onların bu anlaşmazlıklarını sona erdirmektir (...) Buna göre şayet baba, iki yıl dolmadan çocuğunu sütten kesmeyi ister, annesi de razı olmazsa, babanın isteğine itibar edilmez. Aksi durumda da böyledir. Ancak müşavere eder ve anlaşırlârsa, mesele yoktur" demiştir. Dikkat edilirse; aile içerisindeki bir meselede, tarafların müşavere etmeleri teşvik edilmiştir.Bilindiği gibi; Kur'ân-ı Kerîm'deki sûrelerden birisinin ismi, Şûra sûresi'dir. Mü'minler arasındaki velâyetin tabiî sonucu olarak müşavere daima gündemde kalmıştır. Hatta işlerini müşavere yoluyla çözmek, mü'minlerın vasfı olarak zikredilmiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Size verilen şey, hep bu dünya hayatının geçici birer faidesidir. Allah'ın katında olan ise daha hayırlıdr, daha süreklidir. (Bunlar) iman edip de, ancak Allah'a güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman derhal (kusurları) örtmekte olanlara, Rabblerinin (tevhide ve ibadete dair) dâvetine icabet edenlere, namazlarını dosdoğru kılanlara; ki bunların işleri aralarında müşavere iledir, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (İslâm için) harcamakta bulunanlara, kendilerine tegallüp ve zulüm vâki olduğu zaman, hep birlikte mazlûma yardım edenlere mahsustur."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirlerin cumhuru, bu âyet-i kerimenin Mekke'de inzal buyurulduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla İslâmî bir devletin; henüz gündemde olmadığı bir zaman, ki bunların işleri aralarında müşavere iledir denilerek, mü'minler övülmüştür. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sav): "Biliniz ki Allah ve Rasûlü müşavereden muhakkak mustağnîdirler. Fakat Allahû Teâla (cc) müşavereyi benim ümmetime bir rahmet kıldı.Mü'minlerden her kim istişare ederse doğrudan mahrum olmaz. Her kim müşavereyi terkederse hatadan kurtulamaz."(7) buyurmuştur.Şurası unutulmamalıdır ki; mü'minler birbirinin velileridir ve meselerini istişare ederler. Gerek devlet, gerek cemaat planında; mü'minlerin işlerini üzerine alan kimse (emîr), kaba ve katı yürekli olmamak durumundadır. Ayrıca müşavere usûlüne riayet etmek mecburiyetindedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben "(O vakit) Sen Allah'tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara mülâyemetle (yumuşak, merhametli) davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah'dan da) günahlarının affolmasını iste. İş hususunda onlarla istişare et!.. Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendine güvenip, dayananları sever."( hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse; Resûl-i Ekrem (sav)'e iş hususunda onlarla istişare etmesi emir sigasıyla bildirilmiştir. Tefsir-i Taberi'de: "Buradaki istişareden maksadı Resûl-i Ekrem (sav)'in sahabesinin reyine kıymet verdiğinin anlaşılması ve İslâmî mücadelede onlardan yardım istediğinin bilinmesidir" hükmü yer almaktadır. İbn-i Murdeveyh'in Hz. Ali (rha)'dan rivayet ettiğine göre; Peygamberimize (sav) bu âyette geçen azm'in mânâsı sorulmuş, bunun üzerine şu şekilde izah etmiştir: Azm'den maksad; rey sahipleriyle istişare etmek ve onların görüşlerine uymaktır."(9) Dolayısıyla "Müşavere heyetinin vardığı sonuç, mü'minlerin emirini bağlayıcıdır" diyen fûkaha, bu hadise dayanmıştır. İmam-ı Kurtubî; istişare hususundaki nassları izah ettikten sonra; "istişareyi terkederek zorbalığa meyleden imamın azledilmesi gerektiğini" beyan etmektedir. Müftabih kavil budur(10).Mü'minler herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; önce o mesele ile ilgili kat'i nass bulunup bulunmadığını araştırmak mecburiyetindedirler. Eğer kat'i nass mevcut ise, işittik ve itaat ettik demeleri farzdır. Eğer kat'i nass mevcut değil ise, ilim ve takva sahibi kardeşleriyle müşavere etmeleri gerekir. Zira Hz. Said b. Müseyyeb (ra)'dan rivayet edildiğine göre; Hz. Ali (ra)'nın "Kat'i nass bulunnıayan meselelerde nasıl hareket edeceklerine" dair suali üzerine Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mü'minlerden ilim ve takva sahibi olanları toplayıp istişare ediniz. Bir kişinin reyine göre hükmetmeyiniz."(11) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla hakkında kat'i nass bulunmayan meselelerde; ilim, ihtisas ve takva sahibi mü'minlerle mütavere etmek ve şura yoluyla meseleleri çözmek bir vecibedir. KAYNAKLAR(1) Geniş bilgi için bkz. Dr. Âbidin Sönmez, Şûra ve Rasûlullah'ın Mü,raveresi, İst. 1984, İnkılâb Yay., sh.17-19.(2) Neml sûresi: 27-40. (3) Mü'min sûresi: 26.(4) Geniş bilgi için bkz. Dr. Âbidin Sönmez, a.g.e., sh. 26.(5) Bakara sûresi: 233.(6) Şûra sûresi: 36-39.(7) Şihadübdin Ebû's-Senâ Mahmud b. Abdullah elAlûsi, Rûhu'l-Meâni fi Tefsiri'l-Kur'ân, Kahire 1301, c. I, sh. 706( Â1-i İmrân sûresi:159.(9) İbn-i Kesir, Tefsirû'I-Kur'ân'il-Azim, Beyrut 1969, c. I, sh. 420.(10) Imam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmi'I-Kur'ân, Kahi· re 1967, c. IV, sh. 249 vd.(11) İbn-i Abdi'Iber, Camiû'I-Beyani'!-İlm, Kahire 1349, c. II, sh. 59. Aynca el-Alûsî, a.g.e., c. VII, sh. 530. Sîret Ansiklopedisi, İst. 1988, İnkılâb Yay., c. I, sh. 384. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:58 pm | |
| ŞUUR ŞUUR İnsanlar doğuştan herhangi bir ilme sahip değildirler. Dolayısıyla insan için asıl olan bilgisizlik ve cehalettir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah sizi annelerinizin karnında, kendiniz hiçbir şey bilmiyorken çıkardı. Size şükredersiniz diye kulaklar, gözler ve gönüller verdi."(1) hükmü beyan buyurulmuştur. İnsanın fıtrî yapısı, diğer canlılardan farklıdır. Beş duyu organı vasıtasıyla; isteyerek veya istemeyerek önemli bilgiler elde edebilir. Akıl yürütme (istidlâl) yoluyla; tez ve anti-tezlerden faydalanarak, değişik tercihlerde bulunabilir. Çevre ve aile kültürü, duyularına (sevgi, nefret, kin, hased vs.) şekil ve yön verebilir.Günümüzde geniş bir kitle; "Şuurlu müslümanlara ihtiyaç vardır" hükümünü, bir slogan olarak kullanmaktadır. Ancak "şuurlu müslümanlardan neyin kasdedildiği" araştırılırsa, ferdlerin eğilimlerine göre değişiklik arzettiği görülür. Şimdi meselenin kavranabilmesi için "şuur nedir?" sualine cevap arayalım.Şuur, Arapça bir kelime olup Şe-A-Ra fiil kökünden gelir. Görünen ve bilinen mânâsınadır. İnsanın ve hayvanın bedenindeki kıllara "şa'r" denilir, çoğulu "eş'ar"dır. İnce duygu, anlayış ve bilgi sahibi olduklarından dolayı, insanlardan bazılarına şair denilmiştir. Şair; "şuur sahibi" mânâsınadır. Bundan dolayı şiire "ince duygu ve ilim" adı verilir. Daha. sonra vezinli söyleyişler için isim olmuştur.(2) Dikkat edilirse şuur; beş duyu organı vasıtasıyla elde edilen sezgileri ifade için de kullanılabilmektedir. Duyguların sürekli değişebileceği ve hislerin insanı yanıltabileceği dikkate alınırsa, şuurun kıymeti kavranabilir. Dolayısıyla mücerred şuur, duyguların tecellisi ve idrakin ilk merhalesidir. Şuurlu müslüman; bazı hakikatlerin bulunduğunu sezen, fakat mahiyetini bilmeyen kimsedir. İlim ve salih amelle desteklenmeyen şuurun faydası yoktur. Çünkü irade haline gelememiş, duygu ve sezgi safhasında kalmıştır.Teklife muhatap olan insan; herhangi bir fiili işlerken, aklını şer'i delillere teslim etmek mecburiyetindedir. Vahye teslim olan akıl, beş duyu vasıtasıyla elde ettiği bütün bilgileri analiz ederek hakikati tesbit edebilir. Tefekkür ve tezekkürün önemi, bu noktadadır.Bazı hallerde, farklı duyguların yoğunlaşması sonucunda, şuurun felce uğraması mümkündür. İnsanın "şok haline girmesi" ve ne yaptığının farkına varmaması, şuurun felce uğramasındandır. Şimdi Hz. Ömer (ra)'in başından geçen bir hâdiseyi naklederek, şuurun felce uğramasını izaha gayret edelim. "Resûl-i Ekrem (sav)'in vefat ettiğine dair haber dilden dile dolaşmaktadır. Hz. Ömer (ra) ne yapacağını şaşırmış bir vaziyettedir ve kılıcını çekerek: `Kim Muhammed Aleyhisselâm öldü' derse, derhal başını uçururum' tehdidiyle etrafa korku salmaktadır. Hiç kimse sesini çıkaramaz ve üzüntüsünü kalbine gömer. Bu sırada metânetini kaybetmeyen Hz. Ebû Bekir (ra) müslümanlara hitaben şunları söyler: `Kim Hz. Muhammed (sav)'e tapıyorsa, bilmelidir ki, o ölmüştür. Kim Allahû Teâla (cc)'ya kulluk ediyorsa, bilmelidir ki Allah (cc) diridir ve asla ölmez!' Kısa bir sükûttan sonra; tu âyet-i kerimeyi okuyarak, meseleyi izah eder: "Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse (Islâmdan vazgeçerse) elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar-ziyan veremez. Allah, şükür (ve sebât) edenlere mükâfat verecektir."(3) Bu âyet sahabe-i kiram üzerinde öyle etkili olmuştur ki, hepsi o âyeti daha önce hiç duymadıklarını zannetmişlerdir."(4) ifade edilmeyecek derecede müthiş teessür duygusunun ve elemin, şuuru nasıl felce uğrattığının en güzel misali budur.Duyguların tecellisi ve idrakin ilk merhalesi olan şuur; Türkiye'de yaşayan müslümanlar arasında, geniş bir kitlede mevcuttur. Hatta olayı bütün dünya genelinde ele alabiliriz. Şuurlu müslümanların yönlendirdiği İslâmî hareketlerin büyük bir bölümü, fıkha ve ilme dayanmaktadır. Duyguların ve şahsî kanaatlerin ön planda olması, İslâmî hareketleri param-parça etmiştir. Mısır'da "İhvan-ı Müslimîn"den ayrılan hizipleri saymak bile mümkün değildir. Türkiye'de "Risale-i Nur" hareketi param-parça olmuştur. Afganistan'da silahlı mücadele veren mü'minler, tek bir cemaat haline (uzun süre) gelememişlerdir. Pakistan'da, Ebû'l-A'la Mevdûdî'nin vefatından sonra, Cemaat-ı İslâmî dört gruba ayrılmıştır. Bütün bunlar şuurlu müslümanların yönlendirdiği İslâmî hareketlerdir. Dolayısıyla bir İslâmî hareketi değerlendirirken; o hareketin, fıkıhla ilgisine dikkat etmeliyiz. Eğer fıkha dayalı ise (ister muvaffak olsun, ister olmasın) o hareket meşrûdur. Saf ve mücerred mânâda şuura dayanan (ve fıkhı hafife alan) hareketler; velev ki muvaffak olsalar bile, tehlike ile karşı karşıyadırlar. Zira şuurda, duygu ve hisler ön plandadır, sürekli değişim vardır.Sıhhatli bir İslâmî hareket için şuurlu müslümanlar değil, muttaki mü'minlere ihtiyaç vardır. Her amelinde ihlâsı esas alan, İslâm fıkhına harfiyyen riayet eden ve velâyet-i fakih meselesinde hassasiyet gösteren mü'minler; velev ki muvaffak olmasalar bile, (tıpkı Ashab-ı Kehf gibi) imtihanı kazanırlar. KAYNAKLAR (1) Nahl sûresi: 78. (2) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat fı Garibu'!-Kur'ân, İst. I986, Kahraman Yay., sh. 374- 375. (3) Â1-i İmrân sûresi:144. (4) Geniş bilgi için bkz. İbn-i Kesir, Tefsirû'1 Kur'âı:'i! Aziym, Beyrut,1969. c. I, sh. 409 | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:58 pm | |
| TAĞUT TÂGÛT Önce kelime üzerinde duralım. Arapça bir kelime olan tâgût, iştikaak itibariyle tuğyan ile ilgilidir. Tuğyan ise; Allahû Teâla (cc)'ya isyan etmek mânâsınadır.(1) Tefsir-i Mücahid'de tâgûlun ismi has olduğu ve çoğulunun da, tekilinin de aynı olduğu kayıtlıdır. İmam-ı Muhammed İbn-i Cerir, tâgûtu şu şekilde tarif etmektedir: "Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tâgûttur."(2) Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyetini değiştirmez.Kur'ân-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme: `Allah'a ibadet edin, tâgûta kulluktan kaçının!' diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir."(3) buyurulmaktadır. İnsanlar "kul olma" hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tâgût yolunda savaşırlar"(4) âyet-i kerimesinde de beyan buyurulduğu gibi, insanlar "ya Allah'a ibadet edecek, veya tâgût'a kul olacaktır"(5) bu iki yolun dışında üçüncü bir hâl yoktur.Kur'ân-ı Kerim de "Sana indirilen Kur'ân a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz misin? Onlar tâgûtun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tâgûtu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardır"(6) buyurulmaktadır.Kur'ân-ı Kerim deki bütün bu âyetleri ve mütevatir sünnetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır. Tâgûtun hükümlerine boyun eğenler ve râzı olanlar, kâfirlerdir. Nitekim İbn-i Kesir bu hususta şunları kaydediyor: "Bu ayet-i kerimede (Nisâ sûresi: 60) Hz. Muhammed (sav)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söyleyip, bununla beraber ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in (sav) sünnetinden ictinap edip, insanların kendi akıllarına göre (beşeri kanunlarla) hüküm vermesini istiyen kişinin iman iddiasını Allahû Teâla (cc) reddetmektedir."(7).Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah (cc)'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedirler. Dolayısıyle bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâgûtî" özellikler taşırlar. Bu bir anlamda bütün ideolojik sistemler için geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm dışındaki bütün sistemler, tâgûtîdir. Tâgûtların hükümlerine göre yönetilen bütün yerler de dâru'1-harp durumundadır. O beldelerde yaşayan mü'minlerin Allah (cc)'ın indirdiği hükümlerin gâlip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır." Şurası unutulmamalıdır ki, tâgûtun hükümlerine "evet" diyenler, Allahû Teâla (cc)'nın dinine küfretmek durumundadırlar. Bunu ister bilerek-ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü Hz. Âdem (as)'den itibaren bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibadet edin, tâgûta kulluktan kaçının" diye tebligat yaptıkları "muhkem âyetlerle" sabittir.Tâgûtun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâgûtî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, "müsteşrik" çizgisini asla geçemez. KAYNAKLAR (1) Râğıb el-Isfahani, Müfredat. "Ta-ğa" mad. (Nakleden: Tevhid Gazetesi, 21 Mayıs 1979, Sayı: 22, sh.6). (2)Muhammed ibn-i Cerir, Camiû'I Beyan fi Tefsirû'l Kur'ân, Mısır 1324, Meymeniyye Mtb. c. III, sh.13. (3)Nahl sûresi: 36. (4)Nisâ sûresi: 76. (5)Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Ank.1981,(53. bsm.)sh.140,"Evet, sadece İki Yol" başlıklı bölüm. (6)Nisa sûresi: 60. (7)İbn-i Kesir, Tefsirû'l-Kur'ân'il-Azîm, Beyrut,1969, Dâru'1-Marife Yay. c. I, sh.519. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:58 pm | |
| TAKİYYE TAKİYYE İhtiyat, korku ve gizlenmek mânâsına olup, mecburiyet veya zarar tehdidi karşısında dinin icaplarından muafiyet için kullanılan tâbirdir.(1) İmam-ı Serahsî: "Bir mü'minin ölüm ve işkenceden kurulmak için, olduğundan başka türlü görünmesi ve davranmasına takiyye denir"(2) hükmünü zikrediyor. Kur'ân-i Kerim'de: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak onlardan sakınmanız müstesnadır..."(3) buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede geçen "ancak onlardan sakınmanız müstesnadır" hükmünü izah ederken Ebû Bekir el-Cessas; "hayatınızın veya bazı uzuvlarınızın imha edilmesinden korkmanız halinde inanmıyarak (kalben mükreh olarak) onlara dost görünmeniz müstesnadır."(4) buyuruyor. Hanefi fûkahası, bunun ikrah-ı mülci ânında bir ruhsat olduğunda müttefiktir. Tefsir-i Kurtubî'de: İmam Hasan el-Basrî (rha)'nin: "Müslümanlar için takiyye ruhsatını kullanmak kıyamete kadar câizdir. Ancak bu ruhsatın kâfirlere müdahane (dalkavukluk) ve şirin görünmek için kullanılması haram olur."(5) buyurduğu kayıtlıdır. İmam-ı Serahsî; takiyye'nin sadece kâfire karşı değil, ikrah-ı mülci ânında zâlim yönetimlere de uygulanabileceğini beyan ediyor.(6)Takiyye ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebinde, bir ruhsat olarak önemli yer tutar. Ancak şia da "takiyye" usûl-ü dindendir. Cafer-i İsna Aşari mezhebinde, "takiyyeyi terketmek tıpkı namazı terketmek gibidir." Cafer-i Sadık (rha)'ın "İmamet bir görüş meselesi olduğu müddetçe, insanlarla (düşmanlarla) dıştan kaynaşın, ama içten onlara karşı durun" dediği zikredilir(7). Tarih boyunca şianın; "takiye" hususunda titizliği, sözlerin ihtiyatla karşılanmasına sebep olmuştur. KAYNAKLAR (1) İslâm Ansiklopedisi, İst. 1979, (2. bsm.) c. XI, sh. 679, ("Takiye" mad.) (2) İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut, Dâru'l-İhya Yayını, c. XXXIV, sh. 45. (3) Â1-i İmrân sûresi: 28. Ayrıca, Nahl sûresi: 106 ve Mü'min sûresi: 28. (4) el-Cessas, el-Ahkâmu'I Kur'ân, Beyrut, 1335, c. II, sh. 9. (5) İmam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmu'I-Kur'ân, Kahire,1967, (3. bsm.) c. IV, sh. 57. (6) İmam-ı Serahsî, a.g.e., sh. 47-49.(7) Geniş bilgi için bkz. el-Kummî, Risaletû'I-İtikadi'Iİmamiyye, Ank. 1978, sh. 127 vd. Ayrıca Mirza Hüseyin, Müstedrekü'l Vesail, Tahran 1382, c. II, sh. 240-247. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:59 pm | |
| TAKVA TAKVÂ Lûgat mânâsı, gayet iyi korunup sakınmak ve sipere girip nefsi kötülüklerden kurtarmaktır.(1) İmam-ı Kuşeyrî'ye göre takvanın aslı önce şirkten, sonra günahlardan daha sonra da şüpheli şeylerden sakınmaktır. Tasavvuf ehline göre takva dörde ayrılır: "Avamın takvası şirkten sakınma, havasın takvası günahlardan kaçınmak, âriflerin takvası sebeplere yapışmaktan uzaklaşma ve safvet ehlinin takvası, Allah'tan, Allah'a sığınmadır."(2) İnsanların büyük çoğunluğu avam durumunda olduğuna göre; "takva, şirkten sakınmadır" şeklinde tarif edilebilir. Nitekim Muaz b. Cebel (ra) takvayı şöyle tarif ediyor: "Muttakiler (takva ehli olanlar) şirkten ve putlara tapmaktan korunan, ibadeti sırf Allah rızası için yapan ve cennete lâyık olan kimselerdir." Takva denilince, kalbe yerleşen iman akla gelir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Takva kalptedir" buyurmasının hikmeti budur.(3) İbn-i Abbas (ra)'tan gelen rivayet de şöyledir: "Muttakiler, Allah'a şirk koşmaktan korunan ve fiilerini O'na ibadet etmeye göre düzenleyen mü'minlerdir."(4).Kur'ân-ı Kerîm'de; "Ey İnsanlar, hakikat biz sizi bir erkekle, bir dişiden (Âdem ile Havva'dan) yarattık. Sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır."(5) buyurulmuştur. Bütün müfessirler bu âyet-i kerimede geçen "etkaküm" lafzının, takvadan ism-i tafdil olduğu hususunda müttefiktirler. Ayrıca, takva'nın insanı ebediyyen cehenneme sürükleyen şirk ve küfürden kurtulmakla başladığını zikretmişlerdir.Şurası unutulmamalıdır ki, ideolojik sistemlerin, insanların zihinlerinde cirit attığı bir dönemde, avamın takvası şirkten korunmadır. Bu sanıldığı kadar kolay değildir. Hz. Ebû Bekir (ra)'den rivayet edilen şu hadis-i şerife dikkat edelim. Resûl-i Ekrem (sav) buyurmuşlardır ki: "Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha gizlidir." Ben "ey Allah'ın Rasûlü!.. Şirk ancak Allah azze ve celle'den başkasına ibadet etmek değil midir, yahud Allah'la birlikte başkasına tapmak değil midir?" dedim. Rasûlullah (sav): "Allah hayrını versin ey Sıddık!.. Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha gizlidir. Sana onun büyüğünü, küçüğünü giderecek bir şey haber vereyim mi?" dedi Ebû Bekir (ra): "Hay hay yâ Rasûlallah" diye cevap verince, "Her gün üç defa, `ey Allah'ım!.. Bile bile şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmediklerinden de senden af dilerim!" dersin. Şirk: Bana filân ve Allah verdi demendir. Denktaşlık ise: `Eğer filân olmasaydı, beni filanca öldürecekti' demektir!.." buyurdular.(6) Allah'ın indirdiği hükümlerin inkâr edildiği cahiliyye düzenlerinde "takva" konusu çok önemlidir. Bu sebeple takvayı şu şekilde tarif etmek mümkündür: Cahiliyye toplumlarında, tâgûtların hükümlerini reddetmek ve Allah'ın çizdiği hududlar içerisinde hayatı tanzim etmeye gayret sarfetmektir. KAYNAKLAR (1) Muhammed Hamdi Yazır, Nak Dini Kur'ân Dili, İst. 1936, c.VI, sh. 4479. (2) Prof.Dr. Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufi Tefsiri, İst.1969, sh.182. (3) İmam Fahrüddin-i Razi, Mefiatihûl Gayh, İst. Mtb. Âmire,1307, c. I, sh. 243-244. (4) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân'il Azim, Beyrut, 1969, D.Marife Yay. c. I, sh. 39. vd. (5) Hucurât sûresi:l3. (6) İmam-ı Mervezî, Müsned-i Ebû Bekir Sıddık, İst. 1981, Hicret Yayını, sh. 89-91, Hadis No:17. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 4:59 pm | |
| TASAVVUF TASAVVUF Arapça olan bu kelimenin kaynağı hususunda ihtilaf vardır. En doğru olarak kabul edilen tahlile göre sûfi kelimesi, Arapça yün anlamına gelen "suf 'tan türemiştir. Suf'un nisbeti sufi'dir. Gömlek giyene takammasa denildiği gibi, suf giyene de tasavvafa denir. Bunun masdarı tasavvuf, ism-i faili mutasavvıftır.(1) Kelime nereden türemiş olursa olsun, zühd ve takva hususunda titizlik gösteren bir zümreye "alem" olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde tasavvuf kelimesinin geçmediğini dikkate alan bazı müsteşrikler; bunun Hindistan'dan veya eski Yunan'dan geldiğini isbata çalışmışlardır.(2) Ehl-i Sünnet ûleması tasavvufu: "Şer'i hududları muhafaza ederek, Allahû Teâla (cc)'yı zikirde müdavim olmak ve rıza makamına ulaşmak" olarak kabul ve tavsiye etmiştir. Bu durumda tasavvufun kaynağını, Hindistan'da veya eski Yunan felsefesinde aramak boşuna bir gayrettir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Muhakkak ki ben, bir muallim olarak gönderildim"(3) buyurmasındaki hikmeti iyi tefekkür etmek zorundayız. Sırat-ı müstakim üzere olmak, dünyevî-uhrevî saadetlere ulaşmak, Ancak Resûl-i Ekrem (sav)'i taklid etmekle olur. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir de peygamber size ne verdiyse (her ne emir verirse) onu tutun, nehyettiğinden de sakının"(4) buyurulmuştur. ayrıca "Ve O, kendi hevâ ve hevesinden söz söylemez. O, (Kur'ân ve din hususundaki eızıri) ilka edilegelen vahiyden başka bir şey değildir."(5) ayet-i kerimesi, sünnetin önemini ortaya koymaktadır. Nitekim bütün müçtehid imamlar; "Mütevatir sünnetin inkârı küfürdür" hükmünde ittifak etmişlerdir.(6) Bazı çevreler ısrarla Resûl-i Ekrem (sav)'in hurma ağaçlarının budanmaması ile ilgili içtihadını gündeme getirip "sünnet bağlayıcı değildir" hükmüne varma arzusundadırlar.(7) Halbuki Resûl-i Ekrem (sav)'in dünyevî meselelerdeki içtihadı ile din hususundaki sünneti arasında önemli farklar vardır. Nitekim Bedir Savaş'ında; savaş yerinin tesbiti ve savaş sonrası esirlerin durumu ile ilgili olarak, sahabe-i kiramla istişare etmiştir. Sahabe-i Kiram herhangi bir meselede Resûl-i Ekrem (sav)'e: "Bu bir vahiy midir, yoksa içtihadınız mıdır?" diye sorarlardı.Eğer vahiyse derhal teslim olurlar, herhangi bir itirazda bulunmazlardı. Bu aradaki vahiy kelimesinden, sadece Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak mümkün değildir, çünkü kudsî hadis dediğimiz vakıa da mânâ itibariyle Allahû Teâla (cc)'dandır. Bu girişten sonra; son yıllarda ilm-i ledün adı altında, Resûl-i Ekrem (sav)'in ve Hülâfai Raşidin'in sünnetlerini tahrip eden bir akımdan söz etmek istiyorum. Bu konunun çok netameli olduğunu biliyorum. Buna rağmen Hz. Ebû Bekir (ra)'in "Allah rızası için söylenmeyen hiçbir sözde hayır yoktur. Aziz ve celil olan Allah yolunda harcanmayan hiçbir malda hayır olmadığı gibi, Allah için yaptıklarında insanların kınamasından korkanlarda da hayır yoktur"( sözlerini düşündükçe bir hâl oluyorum. Şimdi konuya girelim: Son yıllarda tasavvuf adına; kendisine nikâh düşen kadınlara el öptürenlerden, şehevî duygularını tatmin edenlere kadar acaip tipler türedi. Elbette bundan tasavvufi hareket mes'ul değildir. Çünkü tasavvuf, Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiyleri altında sızlanmamak, sabretmek ve her an imtihan üzere olduğunu hatırda tutarak, hevâ ve hevesle mücadele etmektir."(9) Bu mücadelede Resûl-i Ekrem (sav)'in ve Sahabe-i Kiram (ra)'ın hayatları örnek alınır. Şer'i şerife uymayan her davranış reddedilir. Ayrıca tarikat ve hakikat, şeriatın içinde kabul edilir. Çünkü "Şeriat-Tarikat-Hakikat" zincirine inanmak, şeriatı eksik kabul etmek anlamına gelir ki, insanı dalâlete ve küfre sürükler.İmam Ebû Yusr Muhammed Pezdevî: "Şeriat hakikattir hakikat şeriattan başka değildir" buyuruyor.(10) Bu bahsin devamında "hakikat şeriattan ayrı ve başkadır" görüşünü benimseyenler, evliyayı enbiyadan üstün kabul edenlerdir. Bunlar peygamber şeriatle, veliler hakikatle amel eder' diyenlerdir. Bunlara "evliyacılar" adı verilmiştir, sapık bid'atçilerdir. Bunlar Allah (cc)'ın kitabına, Hz. Resûl-ü Ekrem (sav)'in sünnetine muhalefet ederler, bâtın, gizli ilim iddiasında bulunurlar" diyerek meseleyi ortaya koymaktadır. Bu noktada şeyhlerini "gizli ilim sahibi" olarak nitelendirmeyi şeref bilen müridler, ne yaptıklarını iyi düşünmelidirler!.. Ayrıca hata etmesi mümkün görülmeyen şeyh tasavvuru; batınîliğin yeniden tarih sahnesine çıkışını hazırlamaktadır. "Şeyh uçmaz, mürid uçurur" sözü iyi düşünülmeli; şer'i hududlara riayette titiz olunmalıdır.Ebû Yezid el-Bestamî (ks)'nin "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" (11) meâlindeki sözü herkesin ağzında... Hatta bunun hadis-i şerif olduğunu iddia edecek derecede ileri giden tiplere rastlıyoruz. Şer'î ilimlerden habersiz olan kimseler, "Şeytan mürşidim olmasın" gerekçesiyle, hemen harekete geçiyorlar. Kısa bir süre sonra inabe ile bey'at arasındaki mahiyet farkını bilmediği için, şeyhini halife zannederek "Bizim efendiye tâbi olmayan helak oldu!" demeye başlıyor. Ondan sonra; çık işin içinden, çıkabilirsen!.. Halbuki, tasavvufi bir harekete katılmak isteyen kimsenin, bu hususla ilgili ilimleri öğrenmesi farz-ı ayn'dır. Zira farz-ı ayn ilimler tarif olunurken "hangi durumda olursa olsun, bulunduğu halde meydana gelen işlerle ilgili bilgileri edinmek her müslümana farzdır"(12) denilmektedir. İnabe. tıpkı nezr-i mutlak gibidir, bey'atla hiçbir alâkası yoktur. Bey'at, akıl baliğ olan mü'min'e farz-ı ayn olduğu halde(13) inabe, tasavvufî eğitime karar verenler için lüzûmludur. Nitekim İmam-ı Gazzalî: "Nefisleri zayıf, çevheri hakikatine ulaşmayacak durumda ise kendisine yardım edecek, maksuduna yetiştirecek müşfik bir muallime bağlanır. Nasıl ki tedavi yolunu bilmeyen hasta da, müşfik bir doktora müracaat ederse"(14) diyerek, meseleyi izah etmiştir. Zikir, her mü'min üzerine vaciptir, Ancak inabe alan bir kimse, nezrettiği miktarda zikir yapmak zorundadır.Mü'minler; Resûl-i Ekrem (sav)'in ve Hülâfa-i Raşidîrı in sünnetlerine riayet etmek durumundadırlar. Zühd ve takva hayatında da durum aynıdır. Şer'i şerifin hududlarına riayet olunmadığı süre içerisinde "tasavvufi" hayattan söz etmek mümkün değildir. Tâgûtî güçlere dua eden ve şeytâni vesveselerden kurtulamayan kimselerin; insanlara zühd ve takva'yı öğretebilmeleri imkânsızdır. Tasavvufla ilgili olarak kaleme alınmış lâtince birçok eserde bid'at ve hurafeler geniş bir yer tutmaktadır. Dolayısıyle dikkatli olmak ve şer'i hududları öğrenmek mecburiyetindeyiz.Zühd ve takva hayatı, cihadla yakından alâkalıdır. Türkiye'de; otiız iki farz arasında, cihada yer vermeyen latince eserler bol miktarda basılmakta ve dağıtılmaktadır... Halbuki nefsin hevâ ve heveslerini durdurabilecek tek ilâç, cihad'dır. Tasavvufî hayat temelde bu cihada dayanmak durumundadır. Aksi mümkün değildir.KAYNAKLAR(1) Prof.Dr. Süleyman Ateş, Sütemi ve Tasavvufi Tefsiri, İst.1969, sh.1.(2) Başta L. Massignon, Joseph von Hammer, Nicholson olmak üzere, bütün oryantasavvufu Islâm'ın dışında görme arzusundadırlar. Kimisi Hind mistisizmine, kimisi de eski Yunan felsefesine benzetmişlerdir. Bu tezlerin Türkiye'de de, "Modernistlerce" benimsendiği gizlenemez.(3) İbn-i Mace el-Kazvinî, Sünenû İbn-i Mace, İst.1401, Çağrı Yayınları, c. I, sh. 83, Had. No: 229.(4) Haşr sûresi: 7.(5) Bkn. Necm sûresi: 3-4, (Tıbyan Tefsiri, İst. 1963, c. IV, sh.1133).(6) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi Mirkat elVüsûl, İst.1307, c. II, sh. 8 vd.(7) Prof. Abdülcelil İsa, Peygamberimizin İçtihadları, Ank. 1976, sh. 110-116, (Mütercimler: Dr. H. Merttürkmen-A.Öztürk).( İbn-i Kesir, Tefsiru'l Kur'ân'il A?im, 1969, Daru'1 Marife Yay. c. IV, sh. 342.(9) Abdurrahman es-Sülemî, Tabakatu's Sufiye, Kahire 1953, sh. 454.(10) Sadru'1 İslâm Ebû Yusr Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, İst.1980, sh. 335-336 Mes'ele: 93.(11) Prof. Dr. Süleyman Ateş, a.g.e., sh. 292.(12) İmam Burhanüddin ez-Zernûcî, Ta'limü'I Müteallim İst.1980, sh. 9 (Müt.: V. Yavuz).(13) Sünen-i Ebû Davud, İst. 1401, c. II, sh. 302, Hadis No: 2942.(14) Prof. Dr. Süleyman Ateş, a.g.e., sh. 202. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 5:00 pm | |
| TA' ZİR İslâm ceza hukuku, kat'i nasslarla sabit olan ve hukukullah olarak ifade edilen had cezaları ile sınırlı değildir. Dâru'l-İslâm da, hakkında muayyen bir had cezası bulunmayan haramları işleyen kimselere ta'zir cezası tatbik edilir. Bu icmai ümmet ile sabittir. Resûl-i Ekrem (sav) vedâ haccı için Arafat'ta iken: "Bugün dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâm ı seçtim ve ondan râzı oldum."(1) âyet-i kerimesi nâzil olmuştur. Dinin kemâle ermesinden maksad, insanların ihtiyaç duyacakları (zarûri, hâci ve diğer ahkâmla ilgili) nassların tamamlanmasıdır. Hakkında nas bulunmayan konularda ictihad yapması da kemâlata dahildir. Zira fer'i hükümlerin sonu yoktur ve sayı ile ifade edilemezler.(2) Meselenin kavranabilmesi için önce ta'zir kavramını izah etmeliyiz. Arapça olan bu kelime, a-z-r kökünden gelir. Lûgat manası, mutlak manada tedip etmek, azarlamak ve men etmektir.(3) İslâmi ıstılâhta, "miktar bakımından hadden az olan te'dib şekline ta'zir denilir."(4) şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif Resûl-i Ekrem in (sav): "Her kim hadd olmayanı, had mertebesine ulaştırırsa, o kimse haddi (şeriatın koyduğu ölçüyü) aşanlardandır."(5) hadisine dayanmaktadır. İbni Abidin, "had ile ta'zir arasındaki fark şudur: Hadlerin miktarı muayyendir. Ta'zire gelince, bunun takdiri ve tatbiki müslüman hükümdarın ve onun naiblerinin reylerine bırakılmıştır... Hadde şefaat caiz değildir. Müminlerin emîri veya naibleri, şefaatten dolayı had vurmayı terk edemez. Ancak, ta'zirde şefaat kabul edilebilir"(6) diyerek önemli noktalara işaret etmiştir. İslâm fıkhına göre kurulmuş bir devlette, müminlerin velâyetine haiz olan ümera, hadler müstesna, "hangi suça, ne ceza verileceğini" istişare ile belirlemek durumundadır. Mesela eroin, esrar, rakı, votka ve kokain gibi uyuşturucu maddelerin ticaretini yapanlara verilecek ceza, ta'zir ile ilgilidir. Zira naslarda, varlığını hükmün varlığına, yokluğunu da hükmün yokluğuna delâlet eden mazbut vasıflar vardır.Bu mazbut vasıflara, nassın sebebi ve illeti denilir. Fâkihlerin cumhuruna göre sebep, hükmün varlığı için, şâri (hüküm koyucu) tarafından emâre olarak belirtilen mazbut ve açık bir şeydir.(7) Hanefi fukahasından Molla Hüsrev illeti şöyle tarif etmiştir: "İllet, nassın hükmüne alâmet kılınan vasıftır."( Bazı âlimler ise illeti, "zâhir, mazbut ve hüküm için uygun bir vasıftır." diye tarif etmişlerdir. Meselâ, hamr (şarab)a nisbetle sarhoş edicilik vasfı böyle bir illettir. Aslın illetinin bilinmesinden sonra bu illetin "fer"de bulunup bulunmadığının tesbit edilmesine tahkiku'l-menat denilmiştir (9) Eroin, esrar, kokain gibi uyuşturucu maddeler insanı sarhoş ettiğine göre, haram olması tabiîdir. Sahih-i Müslim de yer alan "Hamr, aklı örten ve gideren şeydir kavli eroin, esrar, rakı, votka ve kokainin hükmünü tesbit etmemize vesile olur. Bu maddeleri kullanan kimselere, şarap içenlere uygulanan "hadd-i şürb" uygulanır.(10) Bunların ticaretini yapan kimselerin, fesadları başka türlü giderilemezse, ta'ziren cezaları daha ağırlaştırılabilir."Kur'an müslümanlığı" ve "selefîlik" gibi bâtıl iddialar garip hastalıkları beraberinde getirmiştir. Bu bâtıl iddialar, İslâm'ın günümüzün meselelerini çözemiyeceğini ileri süren çevreler tarafından tezgâhlanmakta, "Kur'ân ve sünnetten başka delil tanımayız" diyen mezhepsizler(!) kanalıyla müslümanların arasına sokulmaktadır. Elbette bu insanların, selef-i sâlihîn ile bir ilgileri yoktur. Kendi usûlsüzlüklerini, selef-i sâlihîni istismar ederek gündeme getirmektedirler. Şer'î delillerle, insanoğlunun her meselesini çözmek mümkündür.KAYNAKLAR(1) Maide sûresi: 3.(2) İmam-ı Şâtibî, el-İ'tisâm, Beyrut 1986, c. I, sh. 305. Ayrıca, İmam-ı Kurtubî, el-Câmü ll Ahkâmi'lKur'ân, Kahire 1967, c. VI, sh. 62.(3) Molla Hüsrev, Düreri'l-Hükkâm fi Şerhi'! Gureri'IAhkâm, İstanbul 1307, c. II, sh. 74. Ayrıca bkz. İbni i Hümam, Fethû'l-Kadir, Beyrut 1316, c. IV, sh. 211.(4) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiu's-Senai, Beyrut 1974, c. VII, sh. 63. Ayrıca, İbn-i Abidin, Reddü'I-Muhtar ale it-Dürri'l-Muhtar, İstanbul 1983, c. VIII, sh. 280.(5) İbni-i Hümam, a.g.e., c. IV, sh. 214.(6) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 280.(7) Muhammed Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, Ankara 1979, sh. 53.( Molla Hüsrev, Mir'atu'l-Usûl, İstanbul 1307, c. I, sh. 241.(9) Prof. Abdülvehhâb Hallaf, İlmu Usûl-i Fıkh, Kahire 1956, sh. 84 vd.(10) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 234. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 5:00 pm | |
| VAHİY VAHY Peygamberler tarafından tebliğ edilmeyen ve vahye dayanmayan hiçbir kitap "İlâhi Kitab" vasfını taşımaz. Kur'ân-ı Kerîm, Resûl-i Ekrem (sav)'e vahy yoluyla nâzil olmuştur. Dolayısıyla vahy kelimesini ve kavramını iyi bilmek durumundayız.Vahy kelimesi (V-H-Y) fiilinin masdarı olup, lûgatta; gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, süratli ve gizli telkinde bulunmak, imâ ve işaret etmek, yazı ile bildirmek ve fısıldamak gibi 'frıânâlara gelir. Genel olarak "bir şeyi gizli ve hızlı bir şekilde bildirmek" şeklinde tarif edilmiştir. (1)İslâmî ıstılâhta: Allahû Teâla (cc)'nın; Rasûlleri'ne ve nebileri'ne, dilediği hükümleri kelâm ve mânâ olarak, kesin ve yakîn bilgi ifade edecek şekille bildirmesidir. Vahy; peygamberlerin hepsi için, Allahû Teâla (cc)'dan hüküm ve haberleri alma vasıtasıdır.(2) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ya vahy ile, ya bir perde arkasından, yahud bir elçi gönderip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça, Allah'ın hiçbir beşere kelâm söylemesi (vâki) olmamıştır. Şüphesiz ki O, çok yücedir, mutlak bir hüküm ve hikmet sahibidir"(3) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse vahiy üç kısımdan mütalâa edilebilir:a) Allahû Teâla (cc)'nın doğrudan doğruya vahyetmesi. Buna vahy-i gayr-i metlûv veya ilham denilir. Meselâ: Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rızkı tamamlanıncaya kadar hiç kimsenin ölmeyeceği bana vahyedildi. O halde Allahû Teâla (cc)'ya karşı gelmekten sakınınız. Rızkınızı araştırırken güzel bir yol tutunuz."(4) hadisi, bu vahye delildir. Bunun dışında, birçok misal vermek mümkündür.b) Bir perde arkasından duyulan sözler. Meselâ: Hz. Musa (as)'ın Cebel-i Tur'da ağaç arkasından işittiği ilâhî nidâ gibi. Nitekim bu hâdise Kur'ân-ı Kerm de belirtilmiştir: "Artık Musa müddetini bitirince ailesiyle yola çıktı. Tûr'un yanında bir ateş hissetti. Ailesine dedi ki: `Siz (burada) durun. Çünkü ben bir ateş gördüm. Olur ki size ondan haber, yahut (ocak yakıp) ısınmanız için bir ateş parçası (ateş koru) getiririm.' Derken oraya gelince feyizli (ve mümtaz) bir yerdeki vâdinin sağ kıyısından, ağaçtan `Ya Musa!.. Muhakkak ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım!... (Şimdi) Asânı yere bırak, diye nidâ olundu."(5) Perde arkasından nidâ şeklindeki vahy nâdirdir.c) Vahiy meleği olan Cebrail (as)'ın vasıtasıyla kelimeler halinde, peygambere ulaştırılan vahy. Buna vahy-i metlûv adı verilir. Kur'ân-ı Kerîm, Resûl-i Ekrem (sav)'e bu şekilde inzâl buyurulmuştur.Vahy kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de hem lûgat mânâsında , em istılâhî mahiyette kullanılmıştır. Bu inceliği kavrayamayan ve tahlil edemeyen bazı müsteşrikler, garip teoriler ortaya koymuşlardır. Şimdi meselenin kavranması için, bu nokta üzerinde duralım.Valûgat mânâsında kullanıldığı âyetlerden bazıları şunlardır:1. "Derken (Zekeriya) mihraptan kavminin karşısına çıktı ve onlara sabah akşam Allah'ı tesbih etmeyi vahyetti."(6) Buradaki vahy kelimesi, imâ ve işaret etmek mânâsınadır.2. "Biz (sana yaptığımız gibi) her peygambere de, insan ve cin şeytanlarını böylece, düşman yaptık. Bunlar birbirlerini aldatmak maksadıyla, yaldızlı bir takım söz(ler ve vesveseler) vahyederler. Eğer Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyle ise onları düzmekte oldukları yalanlarıyla beraber (başbaşa) bırak"(7) İnsan ve cin şeytanlarının yaptıkları vahyin mânâsı; fısıldamak ve gizlice söylemektir.3. "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu muhakkak ki bir fısktır. Bununla beraber şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için, kendi dostlarına (velilerine) mutlaka vahyederler. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz ki siz müşriklerden olursunuz."( Buradaki vahy kelimesi süratli ve gizli telkinde bulunmak, fısıldamak mânâsınadır.Allahû Teâla (cc)'nın; peygamberlerin dışında, canlı-cansız bazı varlıklara vahyettiği de kat'i nasslarla sabittir. Bu âyetlerde de (daha ziyade) kelime mânâları ön plandadır. Şimdi bir kısmını birlikte gözden geçirelim.a) Cansız arza ve semaya hitaben vaki olan vahyler:"O gün (yeryüzü) bütün haberleri anlatacaktır. Çünkü Rabbi kendisine (o vech ile) vahyetmiştir."(9) Buradaki vahy kelimesi, emretti mânâsmadır.b) Canlılardan bal arısına vâki olan vahy:"Rabbin bal arısına: `Dağlardan, ağaçlardan ve (insanların senin için yapacakları) çardaklardan evler (kovanlar) edin. Sonra meyva ve çiçeklerin her birinden yeyin. Rabbinin (bal imalinde öğrettiği ve) kolaylıklar gösterdiği yaylım yollarına gidin' diye vahyetti. Onların karınlarından (ağızlarından) renkleri çeşitli şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. İşte bunda da tefekkür edecek bir zümre için elbette bir âyet (alâmet) vardır."(10) buradaki vahy kelimesi, ilhâm mânâsınadır. Günümüzde buna sevki tabiî denilmektedir.c) Meleklere hitaben vâki olan vahy:"Hani Rabbin meleklere: `Şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi iman eden (o mücahid)lere sebat ilhâm edin' diye vahyediyordu. `Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. (Ey mü'minler) hemen vurun boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına!' (diyordu). Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar Allah'a ve Rasûlü'ne karşı geldiler. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelirse, Allah'ın cezası cidden çetindir."(11) Buradaki meleklere yapılan vahyin mânası, emir vermektir. Allahû Teâla (cc)'nın gaybî yardımının ve ihsanının bilinmesi içindir.d) Insanlardan Hz. Musa (as)'ın annesine hitaben vâki olan vahy:"Musa'nın anasına: `Onu emzir. Ona aid bir tehlike gelince, kendisini denize (nil nehrine) bırak, (bozulacağından) korkma, ayrılıktan kederlenme!.. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri yapacağız' diye vahyettik "(12) Burada ise vahy kelimesi; Kadı Beyzâvî'nin belirttiği gibi ilham ve sâdık rüya karşılığı kullanılmıştır.Dikkat edilirse; yukarıda zikrettiğimiz bütün âyetlerde, vahy kelimesi lûgat mânâsında kullanılmıştır. Istılâhî mânâda vahy; Allahû Teâla (cc) ile rasûlleri ve nebileri arasında cereyan eden bir hâdisedir. Rasûl-i Ekrem (sav), vahiyle insanların karşısına çıkan ve hitap eden ilk şahsiyet değildir. İlâhi vahye mazhar olan bazı peygamberlerin isimleri Kur'ân-ı Kerîm'de birçok vesilelerle zikredilmektedir. Meselâ: "Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Yakub'un torunlarına, İsâ'ya, Eyyüb'e, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik."(13) âyetinde, bir çok peygamberin ismi zikredilmektedir.Daima kendisinin bir insan olduğunu ifade eden Resûl-i Ekrem (sav) vahye muhatap olmadan önce, okuma-yazma bilmiyor ve "İman nedir? Kitap nedir?" gibi meselerle zihnini yormuyordu. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İşte biz sana da (ey Muhammed) böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki (vahiyden evvel) kitap nedir? İman nedir? sen bilmezdin. Fakat onu biz bir nûr yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidayet veririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun."(14) hükmü beyan buyurulmuştur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; hesap gününü düşünen her mükellef, vahyin hem lugat, hem ıstilahî mânâsını iyi bilmelidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, vahye tâbi olmayan insan, hevâ ve hevesinin kurbanı olur, imtihanı kaybeder.KAYNAKLAR(1) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-İsfahani, el-Müfredat fi Garib'il Kur'ân, İst. 1986, sh. 809-811. Ayrıca, Lisanû'I Arab, Beyrut:1955, c. XXV, sh. 379-382.(2) Meydanî, el-Akidetü'l-İslâm, Şam, 1966, c. II, sh. 244(3) Şûra Sûresi: 51.(4) Aclûnî, Ke,sfû'1-Hâfa, Beyrut 1351, c. II, sh. 231 Had. No: 707. Ayrıca İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire:1979, sh. 94 Madde: 306.(5) Kasas Sûresi: 29-30. (6) Meryem Sûresi:10. (7) En'am Sûresi: I 12.( En'am Sûresi:121. (9) Zilzal Sûresi: 4-5. (10) Nahl Sûresi: 68-69. (11) Enfal Sûresi:12-13(12) Kasas Sûresi: 7.(13) Nisâ Sûresi: 162. Bu hususla ilgili diğer âyetler: A'raf:117,160; Ta-Ha: 77.(14) Şûra Sûresi: 52. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 5:01 pm | |
| VAKIF VAKIF Önce kelime üzerinde duralım. Vakıf, hapsetmek mânâsında olup vakafe fiilinin masdarıdır. Bundan dolayı mahşerde insanların hesap vermeleri için hapsedildikleri yere mevkıf denilmiştir. Çoğulu evkâfdır.(1) Istılahta: "Bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip; aslını Allahû Teâla (cc)'nın mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme veya edindirmeden alıkoymaktır"(2) şeklinde tarif edilmiştir. İmam-ı Âzam Ebû Hanife (rha) indinde vakıf, tıpkı ariyet gibi caizdir, lâzım değildir. İmameyne göre, vakıf, lâzım ve sabittir, vakfedenin onu iptal etmesi caiz değildir.(3) Fûkaha; fetvanın imameyn'in kavline göre olduğunu tasrih etmiştir.Feteva-i Hindiyye'de: "Vakfın sebebi; Allahû Teâla (cc)'nın rızasını talep etmektir"(4) hükmü kayıtlıdır. Esasen vakıf hadisesi, Allahû Teâla (cc)'ya iman ve hesap gününe hazırlanma şuuru ile yakından alakalıdır. Nitekim ilk vakıf Hz. İbrahim (as)'in gayretiyle vücûd bulmuştur (5) Halilü'r-Rahman vakfının özelliği budur. İmam-ı Şafii (rha): "Allahû Teâla (cc)'m rızasını kazanmak maksadıyla yapılan vakıf; cahiliyet ehlinden sâdır olmamış, müslümanlar tarafından vâki olmuştur"(6) hükmünü zikreder.Kur'ân-ı Kerim'de: "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş (birr-i taat etmiş) olamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilicidir."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyetin inzalinden sonra sahabe-i kirâm sevdiği malları infak etme hususunda birbiriyle yarışa girmişlerdir. Hz. Cabir (ra): "Ben hicret edenlerden veya ensardan; mal sahibi olup da, vakıf veya tasaddukta bulunmayan hiç kimseyi tanımıyorum" diyerek, sahabenin vakfa ne kadar önem verdiğini izah etmektedir.( Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Medine'de bulunan ve kendi özel mülkü olan; "Fedek arazisini", fakir mü'minlerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği bilinmektedir.(9) Hz. Ömer (ra)'in en kıymetli malı Hayber'de bulunan hurmalığıdır. Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü... Hayber'de öyle bir hurmalık elde ettim ki, ondan dâtıa güzeli şimdiye kadar elime geçmemişti. Bana bu hurmalığı ne yapmamı emredersiniz?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) "Onu aslı ile birlikte tasadduk et... Eğer böyle yaparsan o (hurmalık) satılamaz, hibe edilemez ve hiç kimse ona (hurmalığa) vâris olamaz"(10) buyurdu. Hz. Ömer (ra) bunun üzerine "Satılmamak, hibe edilmemek ve mirâsa konu olmamak şartıyla hurmalığın gelirlerini, fakirlere, akrabaya, kölelikten kurtulmak isteyenlere, Allah yolunda savaşanlara, yolda kalmışlara ve misafirlere harcanmak üzere vakfetti. Ona bakan kimse (mütevellı) iyilikle yiyebilir ve dostuna da yedirebilir." Dikkat edilirse; vakfedecek kimsenin, nelere riayet etmesi gerektiği bu hadisede açıkca görülmektedir.Vakfedilen malın; alış-verişe, hibeye ve mirâsa konu olmayacağı hususunda ittifak vardır. Zira, vakıfta asıl olan belli bir süre ile sınırlandırılmamasıdır.(11) Nitekim İbn-i Abidin: "Vakıf, muvakkat olarak yapılırsa caiz olmaz. Meselâ: Bir kimse `Şu hanemi bir gün veya bir ay müddetle vakfettim' derse, bu vakıf sahih olmaz. Çünkü vakfm ebedî olması şarttır"(12) hükmünü zikreder.Esasen vakfın hükmü; vakfedilen şeyin, vakfeden kimsenin mülkünden çıkması ve Allahû Teâla (cc)'nın mülkü hükmüne girmesidir.(13)Bu sebeple; alış-verişe, hibeye ve mirasa konu olamaz. Mülkünün bir kısmını vakfetmek isteyen kimse; vakfedeceği şeyin mahiyetini, ne için vakfettiğini (fakir, miskin vs.) ve nasıl kullanılması gerektiğini kat'i olarak beyan etmelidir. Vakfın rüknü; mülkün vakfedildiğine delâlet eden hususî lâfızlarıdır. Bahru'r-Raik'te böyledir."(14) Vakıf; kitap, sünnet ve sahabe-i kiram'ın icmaı ile sabit olan İslâmî bir müessesedir. Camiler, mescidler, medreseler, kütüphaneler, zaviyeler ve kervansaraylar hep "vakfın" önemini kavrayan mü'minlerce meydana getirilmiştir. Anadolu'nun büyük bir bölümünde "vakıf' arazilerine rastlamak mümkündür.Herhangi bir vakıf kadı'nın (hâkim) tasdik ettiği vakfiyede belirtilen şartların dışında kullanılamaz. Vakıf olan şeyin, muayyen ve malûm olması ilk şarttır(15) Bugün, İslâmî kaygılarla teessüs ettirilen vakıfların büyük bir bölümü işgal altındadır. Hatta "Vakıflar Bankası" gibi kuruluşlarla, "vakıf' mallarına haram karıştırılmış ve gelirlerine el konulmuştur. Vakfiyelerde belirtilen şartlar tamamen gözardı edilerek; hevâ ve heveslere uygun faaliyetler hız kazanmıştır. Bunun mahiyeti üzerinde iyi düşünülmelidir.KAYNAKLAR(1) İbn-i Abidin, Reddü'l Muhtar, Ale'd Dürri'l Muhtar İst. 1983, c. IX, sh. 238, Ayrıca İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'l Mübtedi, Kahire 1985, c. III, sh.13.(2) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû's Senai, Beyrut 1974 c. VI, sh. 2I8, Ayrıca Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst. 1976, c. IV, sh. 284.(3) İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut, ty. c. VII, sh. 28. Ayrıca İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VI, sh. 13, İmam-ı Merginani, a.g.e., c. III, sh. 13, İbn-i Abidin, a.g.e., c. IX, sh. 238.(4) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut: 1400, c. II, sh. 352 (Dürri'I Muhtar'da "Vakfın sebebi, dünyada insanlara ihsan ve ikramı, âhirette sevabı irade ve kasdetmektir" hükmü kayıtlıdır. Mahiyeti aynıdır).(5) İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. XII, sh. 28.(6) İbn-i Abidin, a.g.e., c. IX, sh. 238.(7) Â1-i İmrân sûresi: 92.( Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., c. IV, sh. 304 Madde:ll.(9) İmam Serahsî, a.g.e., c. XII, sh. 30.(10) İbn-i Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut: 1316, c. V, sh. 41-42. Ayrıca Molla Hüsrev, Dürerü'1 Hükkam fi Şerhi Gureri'l Ahkâm, İst.1307, c. II, sh.134.(11) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiu's-Senai, Beyrut, 1974, c. VI, sh. 220.(12) İbn-i Abidin, Reddü'! Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar, İst.1983, c. IX, sh. 248.(13) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut,1400, c. II, sh. 352.(14) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. II, sh. 352. Ayrica, ibn-i Abidin, a.g.e., c. IX, sh. 242.(15) İmam-ı Kasanî, a.g.e., c. VI, sh. 221 vd | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 5:01 pm | |
| VELAYET VELÂYET Kelime-i şehadeti ikrar ve tasdik eden bir kimsenin hedefi; Allahû Teâla (cc)'nın rızasmı elde etmek ve imtihanı kazanmaktır. İslâmî mücadelenin zaferi, ihlâsla ibadet eden ve sadece hesap gününü düşünen, muttaki insanların gayretleriyle gündeme girebilir. İbadet ve velâyet şuuru, her müslümanın hassasiyetle koruması gereken, kardeşlik hukukunun temelini teşkil eder. Bunun için her mükellef, hevâ ve heveslerini bir kenara bırakmak ve hakikate teslim olmak mecburiyetindedir. Nitekim Seyyid Şerif Cürcanî, bu mahiyeti dikkate alarak: "Hevâ ve heveslerine muhalefet edip, Allahû Teâla (cc)'ya teslim olan mükellefin davranışlarına ibadet denilir."(1) tarifini esas almıştır. Dolayısıyla velâyet anlayışı ile ibadet arasında ince bir bağ vardır.İslâm dini, bütün mü'minleri birbirlerinin kardeşi ilan etmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Muhakkak ki mü'minler kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını (bulup) barıştırın. Allah'dan korkun. Tâ ki esirgenesiniz."(2) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette geçen ihve kelimesi üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Zira kardeş anlamındaki "eh" kelimesi; dostluk ve sadakat anlamını ifade edeceği zaman ihvan şeklinde çoğul olur. Nesep yönünden kardeş anlamına geldiği zaman; âyette olduğu gibi, ihve gelir. Dolayısıyla müslümanlar arasında, inanç sebebiyle oluşan bağı, beliğ bir teşbihle öz kardeşliğe bağlamıştır. İman sebebiyle gerçekleşen kardeşlik, nesep sebebiyle gerçekleşen kardeşliğe denk, hatta ondan üstün tutulmuştur. Bu inceliği asla unutmamak ve "velâyet şuurunu" bu temele bağlamak durumundayız. Şimdi veli ve velâyet kavramları üzerinde duralım.Vela kelimesi Arapça olup lûgatta, bir şeyi meydana getirmek veya iki şey arasında kendilerinden olmayanın bulunmaması, sahip, sevgi, dostluk ve yardımlaşma gibi mânâlara gelir(3). Örfen veli; Allahû Teâla (cc)'ya tahkikî imanla bağlanan kimse demektir.(4) İbn-i Abidin: "Velâyet, başkası üzerine ister-istemez sözünü geçirmektir. Bu söz velâyetin fıkhî tarifidir. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Yoksa, lûgat itibariyle mânâsı sevgi ve yardımdır. Nitekim Muğrib'te beyan edilmiştir."(5) diyerek meseleyi izah etmiştir. Velâyet hakkı, bazı sebeplerle gündeme girer. Genel olarak, aile içerisinde karabet (akrabalık) ve ümmet içerisinde imamet sebebi zikredilmiştir.İslâm fıkhında velâyet; başkasının üzerine ister-istemez sözünü geçirmeyi ve itaat edenle-emri veren arasındaki ilişkileri konu alır. Aile içerisinde baba, velâyet hakkına haizdir. Çocuklarının velisi durumundadır. Günümüzde kullanılan "vâli" kavramı; "aynı şehirde oturan bütün insanların meşrû haklarını koruyan veli" mânâsınadır. İster seçimle, ister tayinle gelsin; o şehirdeki insanlara (muktedir olduğu müddetçe) velâyetin gerektirdiği hizmetleri yapmak durumundadır. Müslümanların irade beyanına (bey'atına) dayanarak; siyasî ve ictimaî bütün ihtiyaçlarını karşılayan kimseye veliyyü'l emr denilmiştir. Bunu İslâmî devletin başkanı şeklinde ifade etmek mümkündür. Hilâfet, imamet-i kübra, sultan ve ulu'lemr gibi kavramlarla da aynı mahiyet gündeme getirilmiştir.İslâm fıkhındaki velâyeti izah edebilmek için, iki suale cevap bulmak mecburiyetindeyiz Birincisi: "Bir müslüman; kime, nasıl ve hangi şartlarda itaat etmek zorundadır? Dolayısıyla itaat hangi.hâllerde farz, vâcip veya müstehaptır?" İkincisi: "Bir müslüman, kimlerin velâyetini reddetmek mecburiyetindedir?"a) Mü'minler birbirlerinin velileridir: Kelime-i Şehadeti ikrar ve tasdik eden her mü'min (ister erkek, ister kadın olsun) birbirlerinin velisidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'min erkekler ve mü'min kadmlar birbirlerinin velileridir. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederler. İşte bunları (mü'min erkek ve kadınları) rahmetiyle yargılayacaktır. Çünkü Allah azizdir ve hakîmdir."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Bilindiği gibi İslâmî siyasetin temeli, iyiliklerin hâkim kılınması ve kötülüklerin ortadan kaldırılmasıdır. Fûkaha "İnsanları dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salah ve menfaatleri için çalışmaya siyaset denilir."(7) tarifini getirmiştir. İbn-i Abidin: "Siyaset-i âdile, halkın (insanların) haklarını zâlimlerin elinden kurtaran, zulüm ve fenalıkları defeden, fitne ve fesad ehlini men eden siyasettir ki, şeriattan sayılır" diyerek meselenin önemine işaret etmiştir.Mü'min erkek ve kadınlar birbirlerinin velisidir. Bu velâyet, Allahû Teâla (cc)'ya ve Rasûlü'ne itaatin ortaya çıkardığı dostluk ve yardımlaşmayı beraberinde getirir. Yine bir başka âyet-i kerimede: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan (zulûmattan) kurtarıp, nûra çıkarır. Küfredenlerin velisi ise tâgûttur. O da kendilerini nûrdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. Onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedi kalıcıdırlar."( hükmü beyan buyurulmuştur.Siyasî velâyetin tabiî sonucu olarak müslümanların kendi içlerinden bir emir seçmeleri ve emaneti ehline teslim etmeleri farzdır. İbn-ı Hümam, "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam (emir) seçmelerinin sebebi; İslâm'ın emirlerini (ibadetlerini ve hükümlerini) hakkı ile edâ etmektir."(9) diyerek, sebebi izah etmiştir. Sünen-i Darimi nin mukaddimesinde, Hz. Ömer (ra)'ın bir tesbitine yer verilmiştir. Hz. Ömer (ra) diyor ki: "Muhakkak ki İslâm İslâm olmaz, cemaat olmadıkça. Cemaat cemaat olamaz, emiri olmadıkça!... Emir emir olamaz ona itaat olmadıkça."(10) Bu tesbit; hesap gününü düşünen her mükellefin üzerinde hassasiyet göstermesi zarurî olan bir noktaya işaret etmektedir.Bilindiği gibi velâyet; insanlar arasındaki ilişkileri (hak ve adalet ölçüleri içerisinde) düzenlemeyi beraberinde getirir. Esasen Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin tamamı "emanet" hükmündedir. Mü'minler bu emâneti korumak ve imtihanı kazanmak için, bütün gayretlerini sarfetmek mecburiyetindedirler. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size hakikati ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah hakkı ile işitici, (bütün yaptıklarınızı) hakkı ile görücüdür. Ey iman edenler!.. Allah'a itaat edin. Eğer birşey hakkında çekişirseniz (ihtilâfa düşerseniz) onu Allah' a ve peygamberine döndürün. Eğer Allah' a ve ahiret gününe inanıyorsanız (mutlaka böyle yapınız). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir."(11) hükmü beyan buyurulmuştur. Velâyetin temel noktaları gündeme getirilmiştir.Sonuç olarak: Bir müslümanın; kime nasıl ve hangi şartlarda itaat edeceği, kat'i nasslarla belirtilmiştir. Mü'minler, Allahû Teâla (cc)'ya Rasûlü (sav)'e ve kendi içlerinden seçtikleri ulû'lemr'e itaat etmekle yükümlüdürler.b) Tâgûtî güçlerin mü'minler üzerinde velayet hakkı yoktur: Müslümanların; yahudileri, hıristiyanları ve müşrikleri veli edinmeleri kesinlikle haramdır. Zira kâfirlerin mü'minler üzerinde velâyet hakları yoktur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Yahudileri de, nasranileri de kendinize veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velileridir. İçinizden kim onları veli edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah o zalimler gürûhuna muvaffakiyet vermez."(12) hükmü beyan buyurulmuştur: Buradaki "veli edinme", karşılıklı (şahsî) ilişki değildir. Yahudileri ve hıristiyanları; siyasî iktidar haline getirmek haram kılınmıştır. İslâmî bir devlette; zimmîlerle (gayrimüslimlerle) karşılıklı ilişkiler elbette olacaktır. Hatta zimmet ehlinin haysiyet ve haklarının korunması esastır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Her kim bir zimmiye kazfte (iftirada) bulunursa, kıyamet gününde kendisine ateşten kamçılarla had vurulur."(13) buyurmuştur. Sadece yahudiler ve hıristiyanlar değil, bütün kâfirler (hassateıı küfürleri sebebiyle) mü'minler üzerinde velâyet hakkına haiz değildirler. Zira onların velisi tâgûttur. Nitekim bir başka âyet-i kerime'de: "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyiniz. Çünkü bu muhakkak ki bir fısktır. Filhakika şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına (velilerine) mutlaka telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz ki siz de müşriklerden olursunuz."(14) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla mü'minler, "ve in eta'tümûhum innekûm le müşrikûn" hükmünün mahiyetini iyi tefekkür etmek mecburiyetindedirler. İmam-ı Kurtubî, bu âyetin tefsirinde müşriklerin demogojileri üzerinde durmuştur. İbn-i Arabî "Bir mü'min, herhangi bir müşrike itikadda (iman esaslarında) itaat ettiği takdirde, müşrik olur. Şayet fülen (amil olarak) itaat eder, ancak akidesi selim tevhid ve tasdik üzere olursa, bu kimse haram işlemektedir ve âsidir."(15) diyerek, önemli bir inceliğe işaret etmiştir.Kat'i nasslarla sabittir ki; mü'minlerin, kâfirleri veli edinmeleri haramdır. Mü'minler, sadece ve sadece kendi kardeşlerini veli edinmek durumundadırlar. Nitekim bir âyet-i kerimede:"Ey iman edenler!.. Kendi kardeşlerinizden başkasını veli edinmeyiniz. (çünkü) Onlar (küfredenler) size şer ve fesad yapmakta hiç kusur etmezler, size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Hakikat onların (kin ve) buğzları ağızlarından (taşıp) meydana vurmuştur. Göğüslerinde gizlemekte oldukları (düşmanlık) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz!.."(16) hükmü beyan buyurulmuştur.Hz. Âdem (as) ile başlayan insanlık tarihinde, değişmeyen bazı hususlar vardır. Her kavme; kendi içlerinden ve kendi dilleriyle konuşan peygamberler gönderilmiştir. Yaptıkları tebliğin mahiyeti aynıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Andolsun ki, biz her kavme: `Allah'a ibadet edin. Tâgûta kulluk etmekten kaçının diye (tebliğat yapması için) bir peygamber göndermişizdir."(17) buyurulmuştur. Tâgûta iman eden ve onun (tâgûtun) siyasî iktidarını meşru sayan bir kimse, velev ki alnını secdeden kaldırmasa bile, ibadet etmiş sayılmaz. Zira itikadı sahih değildir. Velâyet, İslâm dininin temel rükünlerinden birisidir. Velâyet noktasında hassasiyet göstermeyen ve tâgûtun velâyetini tasdik eden bir kimse, cahiliye ölümü ile ölür. Bu mahiyet asla unutulmamalıdır.KAYNAKLAR(1) Seyyid Şerif Cürcanî, et-Ta'rifat, Ist. ty. Kaynak Yay., sh.146.(2) Hûcurat sûresi:10.(3) Râğıb el-Isfahanî, e1-Müfredat fi Garibi'l Kur'ân, İst.1986, Kahraman Yay., sh. 837.(4) İbn-i Hümam, Fethû'l-Kadir, Beyrut: 1315, c. II, sh. 837.(5) İbn-i Abidin, Reddü'l Mulıtar Ale'd Dürri'l Muhtar, İst.1983, c. V, sh. 358.(6) Tevbe sûresi: 71.(7) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh.186.( Bakara sûresi: 257.(9) İbn-i Hümam, Kitabû'!-Müsayere, İst. 1979, Çağrı Yay., sh. 265.(10) Sünen-i Darimî, İst. 1401, Çağrı Yay., sh. 79, Mukaddeme: 26.(11) Nisâ sûresi: 58-59. (12) Maide sûresi: 51.(13) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 246.(14) En'am sûresi:121.(15) İmam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmi'I-Kur'ân, Kahire:1967, c. VII, sh. 77-78.(16) Â1-i İmrân süresi: 118.(17) Nahl sûresi: 36. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 5:02 pm | |
| ZİKİR ZİKİR Zikir kelimesi birçok manâyı ifade eden (vücûh) bir kelimedir. Kur'ân-ı Kerîm de ondört ayrı manâda kullanılmıştır. Meselenin anlaşılabilmesi için, usûl açısından "el-Vücuh ve'n-Nezair" konusunu izah edelim. Kur'ân-ı Kerım'in üslûb özelliği, insanların telif ettiği eserlere benzemediği gibi, diğer münzel kitaplara da benzemez. Allahu Teâla'nın (cc) kitabında çeşitli manâlarda kullanılan müşterek lâfızların mevcut olduğu malûmdur. Bir kelimenin bir âyette ifade ettiği manâ ile yine aynı kelimenin diğer âyetlerde ifade ettiği anlamlar aynı olmayabilir. Usûl-i tefsir uleması bunu el-vücuh olarak ifade etmiştir. Bunun aksine de, farklı kelimenin aynı manayı ifade etmesine nezair denilir. İbn-i Abbas'dan rivayet edildiğine göre, Halife Hz. Ali b. Ebi Talib kendisini, Hâricilerle münakaşa ve onları ikna etmek için gönderirken şöyle demiştir: "Onlarla münakaşa ederken delil olarak Kur'ân-ı Kerîmi hüccet gösterme; çünkü onda birçok manâları ihtiva eden, zû vücûh kelimeler vardır. Onlara Resûl-i Ekrem'in sünnetini hüccet olarak bildir ve fikirlerini sünnet ile teyid et."(1) Kur'ân-ı Kerimde bir kelimenin birkaç manayı ifade etmesi, onun mucize oluşunun bir delilidir. İmam-ı Zerkanî, el-Burhan isimli eserinde, Mukatil b. Süleyman'dan naklettiği bir haberde, "kişi Kur'ân'daki birçok vecihleri görmedikçe hakiki bir fakih olamaz"(2) diyerek bu inceliğe işaret etmiştir. Meselâ, el-Hüdâ kelimesi ve ondan türeyen terimlerin, Kur'ân-ı Kerim'de onyedi manası olduğu görülür. Aynı şekilde cehennem "nâr, sakar, hutame ve cahim" gibi çeşitli lafızlar aynı manâyı ifade etmektedirler. Bunlar da nezâire ait örnekleri teşkil ederler. Zikir, Arapça bir kelime olup, "hatırlamak, anmak, düşünmek ve hatırlayıp gereğini yapmak" gibi manâlara gelir; unutmanın ve gafletin zıddı olarak kullanılır. Asıl manâsı budur(3). Allahu Teâla nın (cc) kitabına ve Resûl-i Ekrem'in (sav) sünnetine uygun ber hayat yaşayabilmek için, insanın kalbini gafletten kurtarması zaruridir. Gafletin zıddı olan zikir, bunu gerçekleştirebilmek için bir vesileden ibarettir. Allahu Teâlâ kalbi, aklın, ilmin ve ruhun mahalli kılmıştır. İnsan kalbindeki istitaat ile ihtiyaçlarını karşılayabilir ve bütün ilimleri öğrenebilir. İnsanın kalbi aynı zamanda şüphelerin ve vesveselerin mahalli, küfrün ve imanın merkezi, ısrarın ve vazgeçmenin (tevbenin) mevzii, mutmain olmanın ve rahatsızlık duymanın cereyan ettiği bir yerdir.(4) Peygamber Efendimiz (sav) de: "Değişkenliğinden dolayı buna kalb ismi verilmiştir. Öyle ki kalb, boş bir arazideki ağaca kökünden asılı durup, rüzgârın bir alta, bir üste çevirdiği bir kuş tüyü gibidir"(5) buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Rabbinin ismini an (zikret) ve ihlâs ile O'na teveccüh eyle!" (Müzemmil sûresi: emri verilmiştir. Gadı Beyzavî, bu âyetintefsirinde, zikir üzerinde hassasiyetle durmuştur.(6) Zikrin bir ibadet olduğu, kat'i naslarla sabittir. Nitekim: "Şüphesiz ki Allahu Teâla'yı zikretmek en büyük ibadettir." (Ankebût sûresi: 45) âyet-i kerimesi bunun en güzel delilidir. Bütün ibadetlerin zâhirî ve bâtınî şartları vardır. Fukaha,"Allahu Teâla nın rızasını kazanmak niyetiyle (ihlâsla) ve şer'i şerife uygun olarak yapılan amellere sâlih amel denilir" tarifinde ittifak etmiştir. Elbette iman ile ibadet arasında önemli bir münasebet vardır. Bir mükellef, sahih bir itikada sahip olmadığı ve ihlâsı esas almadığı müddetçe, sâlih amel işleyemez. Müslümanlar zikir ibadetini edâ ederek gafletten kurtulabilirler. Bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Yeryüzündeki hilâfet vazifesini hakkı ile edâ etmeye niyet etmeyen kimselerin, bazı lafızları "dudak servisi" ile tekrarlamalarına zikir denilemez. Kur'ân-ı Kerîm'de zikir ehli, şeriatı bilen ve ahkâmını hakkı ile edâ eden kimseleri ifade için kullanılmıştır: "Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz." (Nahl sûresi: 43) âyet-i kerimesindeki incelik budur. Zikir ibadeti, ihlâsın ve ihsân hâlinin teşekkülüne vesile olabilir. Aynı zamanda kalbin muhafazası açısından da elzemdir. Maddî ve manevî varlığımızın merkezi olan kalbimiz, sâlih amellerle düzelip sıhhate kavuştuğu gibi, çirkin fiillerle (fahşâ, münker, bağy vs.) ve şeytanın vesveseleriyle fesada uğrayabilir. Numan b. Beşir'den (ra) rivayet edilen meşhur bir hadis-i şerifinde Peygamber Efendimiz (sav): "Helâl bellidir, haram da bellidir" dedikten sonra, "Dikkat ediniz! Vücutta bir et parçası vardu ki, o sıhhat bulursa bütün vücud salâha erer. Eğer o fesada uğrar ve hastalanırsa, bütün vücutta fesat ortaya çıkar, bozulur. Dikkat edin, bu et parçası kalptir."(7) diyerek, müslümanları uyarmıştır. Bu sebeple, insanın kalbine sahip çıkması ve onu her türlü hastalıktan koruması zaruridir. Bilindiği gibi her ibadet, ancak niyetle edâ edilebilir. Bu sebeple fıkıh ilminde kalbin ayrı bir yeri vardır. Bütün ameller niyete bağlıdır ve "insanlar niyetleri üzere ba's olunacaklardır."( Müslümanlar Resûl-i Ekrem'in (sav) tavsiye ettiği zikirleri ihlâsla edâ ederler ve bu zikirlerine uygun bir hayat yaşamaya gayret gösterirlerse, imtihanı kazanabilirler.KAYNAKLAR(1) İmam-ı Suyutî, el-Itkan fi Ulûmil-Kur-'ân, Kahire 1368, c. I, sh. 42.(2) İmam-ı Zerkeşî, el-Burhan, Beyrut ty., c. I, sh.103. (3) Âsım Efendi, Kamus Tercümesi, c. II, sh. 346 vd. Ayrıca bkz. el-Mucenıi'I-Vasit, c. I, sh. 3I3.(4)İbn-i Arabî, Ahkâmü'I-Kur'ân, Beyrut 1335, c. III,sh.1504.(5)İmam-ı Suyûtî, Câmiu's-Sağir, c. I, sh.89,"innema"mad.(6)Mecmuatu't-Tefâsir, İstanbul 1979, c. VI, sh.376.(7)Sahih-i Müslim, K. Müsakat-102-108; Sünen-i Ebu Davud, K. Kuzat-2; Sünen-i Ibn-i Mâce, Fiten-14; Sünen-i Darimi, K. Büyû-1.(8)Sahih-i Buharî, K. Bed'ül Vahyi-1, K. İman-41, K. Nikâh-5, K. Menakibu'I-Ensar-45; Sünen-i Tirmizî, K. Fezâilu'1-Cihad-16. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 5:02 pm | |
| ZULÜM ZULÜM İnsan fiillerinin mahiyetini, insan-eşya ilişkilerini ve insanların birbirleriyle münasebetlerini izah edebilmek için "zulüm nedir?" sualine, doğru cevap vermek mecburiyetindeyiz. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de ve sünnette en çok kullanılan kavramlardan birisi de zulüm ve türevleridir. Günlük hayatımızda da değişik sebeplerle zulüm kelimesini kullanırız. Arapça olan ve "Za-Le-Me" kökünden gelen bu kelimenin lûgat mânâsı: nûr'un yok olması (karanlık)tır. Arapça mütehassısları zulüm terimini; bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymak, gerek eksiltmek, gerek çoğaltmak ve gerekse zaman ve yer bakımından saptırmak olarak tarif etmişlerdir(1). Nitekim Asım Efendi: "Vaz'ı mezkûr, ya ziyade ile, yahud noksan ile, veyahut vaktinden ve mekânından ûdul ile olur"(2) diyerek, aynı hususa işaret etmiştir. Tayin edilen sınırın dışına taşmak zulümdür. Bazı lûgat âlimleri zulüm terimini "haddi tecavüz ve cevr etmekle" açıklamışlardır. İslâmî ıstılâhta: "Bir eşyayı veya hadiseyi, şer'î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir." şeklinde tarif edilmiştir. Yaygın olan tarif budur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Zulüm üç türlüdür. Bir zulüm vardır ki, Allah onu affetmez. Bir zulüm vardır ki, Allah onu affeder. Bir zulüm vardır ki, Allah onun mutlaka hesabını sorar. Allahû Teâla (cc)'nın affetmediği zulüm şirktir. Çünkü Allah "Şirk büyük bir zulümdür" (Lokman sûresi:l3) buyurmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın affedeceği zulüm; kulların kendi nefislerine karşı işlediği zulümdür. Rableri ile kendi aralarındaki işlerde (emre itaat ve nehiyden kaçınmak noktasında) yaptıkları hatalardır. Allah'ın hiç bırakmayıp, mutlaka hesabını soracağı zulüm ise, kulların birbirlerine karşı hayâsızlıklarıdır. Allah bunların hesabmı sorar ve zalimleri cezalandırır."(3) buyurduğu bilinmektedir. İslâm ûleması zulmü tasnif ederken bu üç esas üzerinde durmuştur (4) Biz de aynı usûle riayet edelim.a) Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıkdan (zulûmattan) nura çıkarır. Küfredenlerin velisi ise tâgûttur. O (tâgût) da kendilerini nurdan ayırıp, karanlıklara (zulümata) çıkarır. Onlar (tâgûtu veli edinen tevağit zümresi) cehennemin arkadaşıdırlar. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedi kalıcıdırlar."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahrüddin-i Razi, bütün müfessirlerin "nûr ile zûlümattan maksadın, iman ve küfür olduğunda ittifak ettiklerini" açıklamıştır(6) İbn-i Kesir; önemli bir inceliğe işaret ederek şöyle demektedir: "Allahû Teâla (cc) bu âyette nûru tekil, zûlümatı ise çoğul olarak zikretmiştir. Şüphesiz ki hak (nûr) tektir. Küfrün çeşitleri ise çoktur. Hepsi de bâtıldır."(7). Dikkat edilirse burada; nûr ile zulüm, birbirinin zıddıdır. Küfrün ve şirkin; en büyük zulüm olmasındaki hikmet, kolaylıkla kavranabilir. Zulm kelimesinin; küfür ve şirk mânâsında kullanıldığı başka âyetler de vardır. Meselâ: "İman edenler, bununla beraber imanlarını zulümle de bulaştırmayanlar!.. İşte ancak onlardır ki, emin olmak hakkı kendilerinindir. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir."( âyet-i kerimesi inince, Sahabe-i Kiram: "İçimizde nefsine zulmetmeyen kim olabilir?" diyerek, üzüntüye kapıldı. Zira buradaki zulm kelimesini; hata ve günah olarak değerlendirmişlerdir. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem (sav): "Zannettiğiniz gibi değil!... Buradaki zulüm Lokman (sav)'ın oğluna dediğidir: `Evlâdım!.. Sakın Allah'a şirk koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür."(9) diyerek, meseleyi kavramalarını kolaylaştırmıştır. Dikkat edilirse; her iki âyette de, şirk koşmanın zulm olduğu sarihtir. b) İhlasla kelime-i tevhidi ikrar eden bir mükellef; İslâm'ın emir ve nehiylerine riayet etmeyerek, kendi nefsine zulm edebilir. Kat'i nasslarda, bu mahiyetteki zulüme yer verilmiştir: "Biz hiç bir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri vakit; sana gelip de Allah'tan mağfiret dileselerdi, onlara (sen) peygamber de mağfiret isteyiverseydi, elbette Allah'ı tevbeleri hakkı ile kabul edici, çok esirgeyici bulacaklardı."(10) "Kim (nefsine) zulm ettikten sonra tevbe eder ve hâlini düzeltirse, Allah da tevbesini kabul eder."(11) "Ve onlar çirkin bir günah (fahşâ) işledikleri, yahud nefislerine zulm ettikleri vakit; Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenlerdir. Günahları, Allah'dan başka kim bağışlayabilir. Bir de onlar işledikleri (günah) üzerinde, bilip dururken ısrar etmeyenlerdir."(12) Dolayısıyla "farzları terk ve haramları irtikap eden" her mükellef, önce kendi nefsine zulmetmektedir. Emânete riayet etmeyerek işlediği bu cürümler, başlı-başına birer faciadır. Bazı haramları irtikap ederken; hem kendi nefsine, hem çevresinde bulunan insanlara zulmetmesi mümkündür. Meselâ: Faiz alıp-vermek, tefecilik yapmak, gıybet ve iftira gibi melânetleri işlemek vs. c) Zulüm ferdi planda olabildiği gibi, siyasî iktidar ve toplum planında da olabilir. Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen siyasî bir iktidar; bütün müntesiplerin ve çevresinde yer alan diğer toplumlara zulmü esas almıştır. İnsanlara ve topluma, kaba kuvvetle gâlip gelen zorbalara boyun eğmek büyük bir zillettir. Nitekim Âd kavmi, zorbaların peşinden gittiği için lânetlenmiştir. Kur'ân-ı Kerım'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini biinkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderler) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyamet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular"(13) buyurulmuştur. Lânetten kurtulmak için; hem zorbalara, hem onların zulümlerine karşı direnmek vâciptir. Aksi takdirde, Âd kavmine mensup olanlarla birlikte haşrolma tehlikesi gündeme girer. Türçede kullanılan "âdi" kelimesi de buradan gelmektedir. Elbette mü'minler, "adi'ler" (Âd kavmine mensup olanlar) gibi, zorbaların peşine takılıp gidemezler. Emirü'l-mü'minîn Hz. Ali (ra); "Zülmün iki temel unsuru vardır. Birisi zâlim, diğeri de mazlumdur. Zâlim zulmettiği için, mazlum da zulme rıza gösterdiği için hesaba çekilir." diyerek, önemli bir inceliğe işaret etmiştir. Tâgûtî iktidarların; hem Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna, hem insanların haklarına tecavüz ettikleri sabittir. Dolayısıyla tâgûtî iktidarlara karşı elleriyle, dilleriyle ve kalpleriyle mücadele vermeyen kimselere zâlim demek mümkündür. Allahû Teâla (cc) nın zalimleri sevmediği kat'i nasslarla sabittir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Benden sonra bir takım emirler olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır."(14) buyurduğu sabittir. Peygamberimiz (sav) bu ihtarı ve "Benden değildir. Ben de onlardan değilim" hükmü; zâlimlerin yalanlarını tasdik eden kimseleri istisnasız içine alır. Tâgûtî yönetimlerde (onların velâyetini kabul ederek veya etmeyerek) görev alanlar, Resûl-i Ekrem (sav)'in bu ihtarını iyi düşünmelidirler. Esasen zâlimlere, zihnen ve kalben meyletmek dahi büyük bir tehlikedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur. Zaten sizin Allah'tan başka yardımcınız yoktur. Sonra (zâlimlere meylettiğiniz için) Allah'dan da yardım göremezsiniz."(15) hükmü beyan buyurulmuştur. Zâlimlere kalben meyletmek ve zulümleri karşısında sessiz kalmak, başlı-başına bir fâciadır. Onlarla işbirliği yapmak ise, cinayet hükmündedir. Firaset sahibi mü'minler, bu inceliği kolayca kavrayabilirler.KAYNAKLAR(1) Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat, İst. 1986, Kahraman Yay., sh. 470.(2) Zebidî, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1974 (3. bsm.) c. VII, sh. 35I.(3) İbn-i Kesir, Tefsiri'l-Kur'ân'i1-Azim, Beyrut 1969, c. I, sh. 508.(4) Zebidî, a.g.e., c. VII, sh. 351.(5) Bakara sûresi: 257.(6) Fahrüddin Râzî, Mefatihû'I-Cayb, İst. 1308, c. II, sh. 231.(7) İbn-i Kesir, a.g.e., c. I, sh. 312.( En'am sûresi: 82.(9) Sahih-i Buharî, İst. 1401, Çağrı Yay., c. VI, sh. 20 K. Tefsirû'1-Kur'ân: 3I.(10) Nisa sûresi: 64.(11) (I 1) Mâide sûresi: 39.(12) Â1-i İmrân sûresi:135.(13) Hûd sûresi: 59-60.(14) Mansur Ali Nasif, Tac Tercemesi, İst. 1973, Eser Yay., c. III, sh. 106, Had. No: 168 (Sünen-i Tirmizî ve Sünen-i Nesâi).(15) Hûd sûresi: 113. | |
| | | PaRem Admin
Mesaj Sayısı : 476 Points : 998 Kayıt tarihi : 29/11/09 Yaş : 37
| Konu: Geri: Dini Sözlük Salı Ara. 08, 2009 5:03 pm | |
| RIZIK RIZIK Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yeryüzünü size boyun eğdiren (istifadeniz için itaatli kılan) Allah'dır. O halde yeryüzünün sırtlarında dolaşın da Allah'ın size ihsan ettiği rızıklardan istifade edin."(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Yeryüzünün insana boyun eğmesi; işlenmeye ve verimli kılınmaya müsait oluşudur. Faydalı olan nimetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve Allah'ın ihsan ettiği rızıkları temin etmek, insanların önemli faaliyet sahalarıdır(2). Ziraat, ticaret, zanaat ve di er faali etlerin sebebi, yeryüzünde mevcut olan nimetlerin ve rızıkların ortaya çıkarıl ; masıdır. Dolayısıyla rızk kelimesi ve kavramı insan hayatında önemli bir yere sahiptir. Rızk, dünyada ve âhirette verilen pay ve hisse mânâsına kullanılmaktadır. Fahrüddin-i Razi: "Arapça'da rızık pay ve hisse demektir. Cenab-ı Hak: "Rızkınıza (rızkakûm) şükredeceğinize, onu vereni mi yalanlıyorsunuz?"(Vakıa Sûresi: 82) buyurur. Yani, bu şeydeki nasibinize, hazz lâfzı kişinin nasibi olup başkasına değil, sadece ona mahsus olan şey demektir. Bazı ûlema ise "rızk, yenilen veya kullanılan şeydir" demişlerdir ki, bu bâtıldır. Çünkü Cenab-ı Hak, bize rızık olarak verdiği şeylerden infakta bulunmamızı emrederek "Ve size verdiğimiz rızıklardan infak ediniz" (Münafıkûn sûresi: 10) buyurmuştur. Şayet rızk sadece yenilen şey olsaydı onu harcamak mümkün olmazdı. Diğerleri ise, "rızk, mâlik olunan şeydir" demişlerdir ki, bu da yanlıştır. Çünkü insan bazen "Allah'ım bana rızk olarak sâlih bir çocuk, sâliha bir zevce ver" diye dua eder de, fakat o ne böyle bir çocuğa, ne de böyle bir hanıma mâlik olamaz. Yine kişi "Ey Allah'ım!.. Bana rızk olarak kendisiyle yaşayacağım bir akıl ver" der, akıl bir mülk değildir. Ve yine hayvanların rızıkları vardır, fakat mülkleri yoktur. Din ıstılâhında rızkın mânâsına gelince; ûlema bunda ihtilâf etmiştir. Ebû'l-Hüseyin el-Basrî, "rızk, Cenab-ı Allah'ın (cc) bir canlıya bir şeyden faydalanma imkânı verip, başkalarının onun o şeyden faydalanmasına mâni olmalarını engellemesidir. Biz `Cenab-ı Allah bize rızk olarak mallar verdi' dediğimiz zaman bunun mânâsı `o mallardan bize istifade imkânı verdi' demektir. Biz, Cenab-ı Allah (cc)'dan bize bir mal ile rızıklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o malı bize tahsis etmesini; bir hayvanı rızıklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o rızkı sadece o hayvana tahsis etmesini kastediyonız. Cenab-ı Hak, o hayvana o rızıktan faydalanma imkânı verip, hiç kimse o hayvanın o rızıktan faydalanmasına mâni olmadığı zaman, ancak o rızık, o hayvana has olmuş olur. Mu'tezile rızkı bu mânâda anladıkları için, `haram rızk olmaz' demişlerdir. Biz ise (ehl-i sünnet) `haram rızk olur' diyoruz. Arkadaşlarımız buna iki yönden delil getirdiler. 1) Lûgat itibariyle rızk beyan ettiğimiz gibi, pay ve nasip demektir. Haramdan faydalanan kimse için bu haram onun nasibi ve payıdır. Bu sebeple haramın, onun rızkı olması gerekir. 2) Cenab-ı Hak `Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın' (Hûd sûresi: 6) buyurmuştur. Adam, ömür boyu yaşar, çalışıp çabalamasından başka bir şey yemez. Bu sebeple de `ömür boyu kendi rızkından hiçbir şey' yemedi' denilmesi gerekir."(3) diyerek, rızkın "pay, nasip ve hisse" mânâsına geldiğini izah etmiştir.Dikkat edilirse yeryüzü, rızk temini için müsait bir yapıdadır. Hz. Abdullah b. Mes'ûd (ra)'dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav): "Rızk temini için çalışmak (kesbi arzu etmek) her müslüman üzerine farzdır."(4) buyurmuştur. Dolayısıyla mü'minler, helal ve haram hududlarına riayet ederek rızk temini için gayret sarfetmek mecburiyetindedirler. Nitekim diğer bir hadis-i şerif'te Resûl-i Ekrem (sav): "Rızkı tamamlanıncaya kadar, hiçbir kimsenin ölmeyeceği bana vahyedildi. O halde Allahû Teâla (cc)'ya karşı gelmekten sakınınız. Rızkınızı araştırırken güzel bir yol tutunuz."(5) diyerek müslümanları uyarmıştır. Muhakkak ki; "Güzel bir yol tutmak"tan maksad, meşrû vasıtalarla helâl kazanç elde etmektir. Hanefi fûkahası: "Rızk temin etmede en efdal olan yol cihad'dır. Zira cihadda; hem İslâm dinini aziz kılma, hem de ganimet elde etme söz konusudur. Bu sebeple kazancın en efdali ganimet olur. Cihaddan sonra ziraatle meşgul olmak ve diğer sanatlar gelir"(6) hükmünde ittifak etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helâl ve hoş olarak yeyin."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Muhammed (rha) "Ganimetin daha önceki ümmetlere helâl kılınmadığını, ancak ümmet-i Muhammed'e helâl kıldığını, bunun nassla sabit olduğunu" izah etmektedir.( Resûl-i Ekrem (sav): "Allahû Teâla (cc) kıyametin kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında (gölgesinde) kıldı. Bana muhalefet edenleri zelîl ve hakir eyledi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse, o (kimse de) onlardandır."(9) buyurmuştur.Şurası kat'iyyen unutulmamalıdır ki, rızk temin etme yolları kat'i nasslarla sabittir. Herhangi birisinin ihmali, mü'minleri zor duruma düşürür. Zira her mü'min kendi rızkını temin ederken, diğer mü'minlerin menfaatine olan hizmetleri de üretmek durumundadır. Ancak en efdal ve en temiz olan rızk elde etme yolunun cihad olduğu kat'iyyen unutulmamalıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Faiz yemek için hileli yollara saptığınız öküzlerin kuyruğuna yapışan ziraatle geçindiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman, AllahûTeâla (cc) üzerinize zilleti musallat kılar. Dinimize dönmedikçe o zilleti üzerinizden sıyırmaz. diyerek, cihadın asla terkedilmemesini hassaten tebliğ etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah gökleri ve yeri yaratandır. Üstten (bulutlardan) su indirip, onunla size rızk olarak türlü mahsüller, meyvalar çıkarandır. Emir ve izni ile gemileri denizden yürümek için size râm edendir. Akarsuları da yine size (faidenize) musahhar kılandır. Güneşi, ayı âdetlerinde daim (ve hizmetinizde kaim) olarak size teshîr eden O'dur. Geceyi, gündüzü sizin (faidenize) tahsis eyleyen O'dur. Allah size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer (Allahu Teala'nın) ni'metlerini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün?) Siz (ni'metleri) icmâl sûretiyle bile sayamazsınız. Hakikat insan çok zulümkâr, çok nankördür."(11) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler "ve âtâ kummin külli mâse'eltumûh" (size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi) hükmünün mahiyeti üzerinde ısrarla durmuşlardır. Buradaki "min" harfi cerri'nin teb'iz mânâsı ile ele alınması halinde "Hem size istediğiniz her şeyden verdi" beyanı ile "Hem size istediğiniz şeylerin hepsini verdi." şeklinde ele alınabileceğini izah etmişlerdir.(12) Dolayısıyla insanın ihtiyaç duyduğu her ni'met ve rızk yaratılmıştır. Nitekim bir başka âyet-i kerime'de "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allahu Teala (cc)'ya ait olmasın."(13) buyurulmuştur. İmam-ı Şafü (rha) bu âyet-i kerimenin hükmünün umumî olduğunu, yani her canlının (hissesinin, nasibinin, payının) Allahû Teâla (cc) tarafından yaratıldığını zikretmektedir.(14) Sonuç olarak; Allahû Teâla (cc) insanların ve canlıların ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, yeryüzüne depo etmiştir. İnsana düşen; hem bu dünyadaki, hem ahiretteki rızkı için gayret sarfetmektir.KAYNAKLAR(1) Mülk sûresi:15.(2) Geniş bilgi için bkz. Meemuatû't-Tejiısir, İst. 1979, c. V, sh. 317, 318.(3) İmam-ı Fahrüddin-i Razi, MeJiıtihû'I Gayh, Ank. l9RR, Akçağ Yay. c. I. sh. 46I-462.(4) Abdullah b. Mahmud el-Mavsili, el-İhtiyar fi Ta'lilil Muhtar, İst.1980 Çağrı Yay. c. IV, sh.170. Ayrıca, Mecmuaû'l-Enhur (ªerh-u Damacl), İst. l316, c. II, sh. 527.(5) el-Aclûni, Ke,cfû'l afa, Beyrut 135l, c. I, sh. 231 Had. No: 707. Ayrıca İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire:l979, (2. bsm.) sh. 94, Madde: 306.(6) Abdullah b^ Mahmud el-Mavsili, a.g.e.. c. IV, sh. 170-172. Ayrıca Şeyh Muhammed b. Süleyman, Mecmuaû'! Enhur (Şerh-u Damad), c. II, sh. 527.(7) Enfal sûresi: 69.( İmamı Muhammed, Siyer-i Kebir, İst. 1980, Evs Yay., c. I, sh. 40.(9) İmam-ı Serahsi, el-Mebsuı, Beyrut: ty. c. X, sh. 3.(10) Sünen-i Ehû Davud. İst. 1401, Çağrı Yay. c. III, sh.740-741 K. Büyû, Ayrıca İmam-ı Muhammed, a.g.e., c. I, sh. 42-43. (11) İbrahim sûresi: 32-34.(12) Ebû's-Sûud Efendi, İrşadû'l Akli's-Selim, Kahire, ty, c. V, sh. 48. Ayrıca İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmi'I Kur'dn, Kahire 1967, c. IX, sh. 367.(13) Hûd sûresi: 6.(14) İmam-ı Şafü, a.g.e., sh. 54, Madde | |
| | | | Dini Sözlük | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |