HakkarimForum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

HakkarimForum


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Giriş yap
Kullanıcı Adı:
Şifre:
Beni hatırla: 
:: Şifremi unuttum
En son konular
» Toshiba Satalitte Psl33E xp driver indir
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimeÇarş. Ocak 18, 2012 5:36 pm tarafından appleleopar

» Bilgisayar Mimarisi 4.sınıf dersi
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimeÇarş. Eyl. 07, 2011 12:23 pm tarafından maviakar

» Olasılık ve İstatistik
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimePaz Mart 20, 2011 9:22 am tarafından coderfff

» Bilgisayar organizasyonu ve mantık devreler(2.sınıf)
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimeÇarş. Mart 02, 2011 5:15 pm tarafından dervis_06

» vakit tmam seni terkediyorum..
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimePtsi Şub. 21, 2011 2:19 am tarafından XxezzaLe

» Can çiçeği(m)sin... icimdeki
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimeC.tesi Şub. 19, 2011 12:38 am tarafından XxezzaLe

» hersey sende gizli
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimePerş. Şub. 17, 2011 1:03 am tarafından XxezzaLe

» senı sevıyorum ANLADIM
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimePerş. Şub. 17, 2011 12:57 am tarafından XxezzaLe

» yagmuru sevdim
Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimePerş. Şub. 17, 2011 12:33 am tarafından XxezzaLe

En iyi yollayıcılar
XxezzaLe
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
IiIxJ3aJ2oNxIiI
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
PaRem
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
ZıplayanCeset
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
Admin
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
HaSaN
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
Duygu
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
KanKi
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
iSHeK
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 
.SERVAN
Tasavvuf ve Tarikat Poll_leftTasavvuf ve Tarikat Poll_centerTasavvuf ve Tarikat Poll_right 

 

 Tasavvuf ve Tarikat

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
IiIxJ3aJ2oNxIiI
Üst Kullanıcı
Üst Kullanıcı
IiIxJ3aJ2oNxIiI


Mesaj Sayısı : 528
Points : 1158
Kayıt tarihi : 06/12/09
Yaş : 41
Nerden : http://www.mardinliyiz.org

Tasavvuf ve Tarikat Empty
MesajKonu: Tasavvuf ve Tarikat   Tasavvuf ve Tarikat Icon_minitimeSalı Ara. 08, 2009 11:11 am

Kur'an-ı Kerimde “Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur.” buyrulmaktadır. Zikirden kasdedilen nedir? Kalbi nasıl tatmin eder ?

Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut,“filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî...

Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır: “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında kullanmışlardır.

Maddî kalp, bedenin her yanına kan ulaştıran ve dakikada ortalama beş kilo kadar kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaçtır. Kâinat fabrikasında kan üretilecek ki kalp de o kanı bedenin her köşesine pompalasın. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve o kanı bedenin her köşesine sevk etmektedir.

Evet, kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allahın Samed ismine âyine. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle... Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna oluyorlar.

Kalbin bâtınına gelince, samediyete asıl âyine o... “Bâtın-ı kalp âyine-i sameddir.”

Bu hakikati: “Kalpler ancak Allahın zikriyle mutmain olur.” âyet-i kerimesi ders verir.

Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda ile. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, iman.

Ben kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor? İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi marifetullah (Allahı tanıma) olunca, elbette, samediyete en büyük âyine o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, Ona iman ve itaat etmeye muhtaç.

Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.

Midenin açlığını elbisenin güzelliği, yahut gömleğin kalitesi gideremiyor; o ancak rızık istiyor. Kalbin boşluğunu da hiçbir rütbe, hiçbir içtimaî makam, hiçbir beşerî teveccüh ve hiçbir fâni hedef doyuramıyor.

Kalbin Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor bize.

Nedir zikir?
Kelime mânâsıyla hatırlama. Allahı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesi. Kalp, bir fabrika, bir saray, bir misafirhane olan şu muhteşem kâinatın ancak Allahın emir ve iradesiyle var olduğunu bilmekle tatmin olur.

Beden ruhun hanesi ise, kâinat da onun şehridir. Kalp hem bu haneyi sever, hem de o şehri. İkisini de Allahın mülkü bilir. Onun kutsi sıfatlarının bütün eşyayı ihata ettiğine inanmakla hem bedende rahat yaşar, hem kâinatta. Bedeni de huzurla terk eder, kâinatı da. Çok iyi bilir ki, bunların ikisi de kendi mülkü değildir. Böylece ikisinden de geçer, onların hakiki sahibine iltica eder. Dileyeceğini Ondan diler. Hiçbir hâdiseden sarsılmaz, hiçbir musibetten korkmaz. Çok iyi bilir ki, mutlak kudret ve irade ancak Allahındır. Onun izni olmadan ne karınca bir adım atabilir, ne hava deprenebilir, ne kan deveran edebilir, ne güneş ışık saçabilir.
İşte kalp bu iman ve bu marifet ile tatmin olur.

Yediğimiz bir meyvenin ne rengi, ne güzelliği, ne kokusu, ne tadı kalbe ulaşır. Ve kalp bunların hiçbiriyle tatmin olmaz. Ama, insan o renge hayran kaldı mı, o nimete minnettarlık hissetti mi, o tada meftun oldu mu, işte o zaman bu mânâlar kalbe yerleşir. Bu hayret, şükrü getirirse kalp gıdasını almaya başlamış demektir.

Kalp, bu kâinatın özüyle beslenir, mânâsıyla ilgilenir. Onun işi bu âlemle değil, onda tecelli eden ilâhî isimlerledir. Göz elmaya bakarken, kalp onda tecelli eden Allahın isimlerine nazar eder ve ancak böyle bir nazarla tatmin olur.


Hiçbir velinin sahabelerin derecesine çıkamadığı yer yer tartışma konusu oluyor. Bu konuya açıklık getirir misiniz? Bazı veliler, Peygamberimizle (a.s.m ) vefatından sonra görüşmüş ve sohbet etmişler. Bunlar sahabelere yetişebilirler mi?

Her insanın dünyaya gelmesi bir takdir ve hikmet iledir. İnsanlar kendi zamanlarını kendileri belirlemez. Allah bizim hakkımızda hangi zamanı takdir buyurmuşsa bizim için en hayırlı zaman odur. Çünkü sahabeler döneminde gelmek mutlaka sahabe olacağımız anlamına gelmez ve gelemez. O günün Ebu Cehilleri olmak ihtimali de vardır. Acaba ayaklarından açılarak ikiye ayrılan Yasir Ailesi gibi olsaydık, ona sabredeceğimizin ve imanla öleceğimizin garantisi var mıdır?

Peygamber efendimizin Ahirzaman’da gelecek bazı kimselere “kardeşim” demesi ve onları övmesi Ahirzaman’ın dehşetli fitnelerine dikkat çekmek ve o fitneler içerisinde imanını muhafaza edenleri övmek içindir. Sahabeleri geçme konusu ise bazı hususi fazilet hakkındadır. Yoksa külli fazilette sahabeler geçilemez.

Sahabelere külli fazilette neden yetişilemediğine gelince:

1- Risalet sohbetinin tesiri açısından sahabeler geçilemezler.

Evet, Rasulüllah’ın kendileri ile sohbet etmesi noktasından onlara yetişilemez. Çünkü Rasulullah’ın (s.a.v) nübüvvet sohbeti, nebi olmayan hiç kimsede bulunmayan bir özellik taşır. Rasulüllahın sohbeti bir iksirdir. Bir dakika o sohbeti dinleyen ve ona mazhar olan bir kimse, o iksirle değişir.(1) Sahabeleşir. Kömürken elmas olur. Senelerce seyr-u sülûkla kazanılacak hakikat nurlarına mazhar olur. Nübüvvet Güneşinin nuru ile renklenir. Çünkü her sohbette renk vurucu bir özellik vardır. Rasulüllahın talebeleri olan sahabelerine, manevi rütbe bakımından, velayeti ve Peygamberliği ciheti ile, peygamberlerin en büyüğünün manevi boyası vurulmuştur. Bu cihetten o manevi boya, o tarzda ve o özellikte risalet asrından sonra vurulamaz. Daha sonra gelenler mümin ve müslüman da olsalar o özellikte olamazlar. (2) O özellikle kazanılan fazilette onlara yetişemezler. Ayrıca Rasulullah’ın sohbeti onların kalp aynalarında aksetmiş, O Güneş, perdesiz onlara, onların kalplerine, manevi latîfelerine sirayet etmiştir. Burada ilki yansıyan, ikincisi kendisinde yansıma tezahür eden iki taraf vardır. Yansıyanın özellikleri mazhar ve aynalarına geçmiştir. O Şems-i Risaletle onlar da bir nevi güneşleşmişler, peygamberlik güneşinin ışıklandırması ile aydınlanan yıldızlar, hakikat ışıkları haline gelmişlerdir. Bu mazhariyetle, ayinedarlıkla, ona yüzünü dönüp tabi olmakla ve Nübüvvetin en büyük nuru ile, sahabeler en büyük mertebelere çıkmışlardır.

Rasulüllah’ın vefatından sonra, Celaleddin Suyûti gibi bazıları, uyanık halde Rasulüllah’ı görmüşler, onunla konuşmuşlardır. Fakat bu konuşmaları nübüvvet itibarıyla değil, Velayet-i Ahmediye yönüyledir. Rasulüllah onlara velayeti ciheti ile temessül etmiş, görünmüştür. Çünkü Rasulüllah’ın ölümü ile vahiy bitmiş Nübüvvet sona ermiştir. Ölümünden sonra onu Nübüvvetle görmek, sahabe olmak mümkün değildir.

Şu halde Nübüvvetin derecesi velayetin derecesinden ne kadar yüksekse, bir nebi ile sohbet ile, bir veli ile sohbet arasında da o kadar fark vardır.

2- Risalet sohbetindeki meziyyet ve fazilet çok yüksektir.

Rasulüllah’ın Ashabının en hayırlı oluşu Zeydilerin büyük alimlerinden es-Sanani (H. 1059-1182) tarafından birkaç yönden şöyle anlatılır:

Birincisi Rasulüllah’ın hadis-i şeriflerde kendi asrının en hayırlı asır (karn) olduğunu haber vermesidir. Bu ve benzeri hadis-i şeriflerde kastedilen kimselerin, Rasulüllah asrında yaşayıp, özellikle onun etrafında bir Bunyan-ı Mersûs gibi, bir insanın uzuvları, bir fabrikanın çarkları şeklinde sistemleşen cemaati, ümmeti olduğu anlaşılır. Ondan sonra gelenler de ashaba uyan “Tabiin” dir. Bunları da diğerleri takip eder. (3)

İkincisi; cumhuru ulemâ, fert fert sahabelerin üstün olduğu görüşündedirler. Bazıları da sahabenin hep birden, diğer asırlardaki ümmet fertlerinden daha faziletli olduğu görüşündedirler. Bedir’e katılanlar ve Hudeybiye’de bulunanlar, sahabe olsun olmasın kendilerinden sonrakilerden faziletlidirler. İkinci görüşe göre, sahabenin hepsi birden, kendilerinden sonra gelenlerin hepsinden daha faziletlidir. (4)

Buradan anlaşılan şu ki, fıkhi bakış açısı yönünden, hadisçiler, şerhçiler ve müfessirler açısından İslam alimleri sahabenin faziletinde müttefiktirler. (5)

3- Nübüvvet muhitinin kendilerini yetiştirmesi açısından geçilemezler.

İnsanların yetişmesinde çevrenin pek büyük etkisi vardır. Rasulullah’ın dava arkadaşları olan sahabeler ekseriyetle en yüksek kemaldedirler. Çünkü o zaman büyük bir inkılap olmuş, İslam inkılabı ile hayır ve hakkın bütün güzelliği ortaya çıktığı(6) gibi, kötülüklerin ve batılın da bütün çirkinliği açıkça kendini göstermiştir. Bu da hayır ve hak tarafı ile, şer ve batıl tarafının iyice, belirgin şekilde birbirinden ayrılması ile mümkün olmuştur. Bir yanda Hak Peygamber, bir yanda ümmetin Firavunu Ebû Cehil ve Peygamberlik iddiasında bulunanlar; bir yanda olabildiğince şefkat ve merhamet, bir yanda kendi kızını hiç acımadan, gözünü kırpmadan gömebilme kasaveti(7) ve vahşiliği; bir yanda kemalatın en yüksek zirvesinde olan Peygamber (s.a.v) ve Onun sahabeleri, diğer yanda her türlü rezalet içindeki küfür liderleri ve esfel-i safilindeki müşrikler.

İşte böyle bir durumda misilsiz bir ahlak yüceliğine sahip sahabeler, elbette doğruluğun, hayrın, hakkın dellâlı ve davasının en güzel numunesi olan Rasulüllah’a koşmuşlar. Onun boyası ile boyanmışlardır. Çünkü böyle bir atmosferde yapılacak tek şey budur.

4- Asr-ı Saâdet; bol yağmurlu verimli toprak gibidir.

Rasulüllah (s.a.v) bir hadislerinde; fiziki çevrenin bazı özellikleri ile, bir temsil getirerek Nübüvvet muhitini anlatır: Ebû Musa (r.a) tan: Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, toprağa yağan bol yağmur gibidir. Yağmur düşen yerlerden bir kısmı iyidir. Suyu kabul eder, içine alır ve çayırlar ve bol otlar bitirir. Yağış alan topraklardan bir kısmı da çoraktır. Suyu tutar, geçirmez. Böylece Allah o sularla insanlara fayda verir, o sulardan içerler, hayvanlarını sularlar, otlatırlar. Yağmur alan topraktan bir diğer kısmı vardır ki, orası ancak düz ve engin, suyu tutmayan ot bitirmeyen bir çöldür. İşte bu anlattığım temsil Allah’ın dini hususunda ince anlayışı olan, Allah’ın benimle gönderdikleri kendisine fayda veren, onları öğrenen ve öğreten kimselerle, ilim ve hidayete başını kaldırıp bakmayan, benim kendisi ile gönderildiğim Allah’ın hidayetini kabul etmeyen kimselerin temsilidir.” (Cool

Kaynaklar:
1. Bk. Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, IV, 305; Hayatu’s-Sahâbe III, 141, 279, 281, 282 (Nitekim Rasulüllah (SAV) iyi kimseyi misk satana benzetmiş, kişinin dostunun dini üzerinde olduğunu belirtmiştir. Sahabeler onun dostu, Nübüvvet miskinden koklan, onun sohbeti ile iksirlenen kimselerdir.) Ayrıca bk. Cevâhiru’l-Buhari s. 231; Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviye II, 691-692; Rasulüllah ile sohbet imtiyazının, ilk sahabeleri bile diğerlerinden öne çıkardığı belirtilmektedir. Çünkü bu hususta ilkler ikincilerle müşterek değillerdir. Hiç Onun sohbetinde bulunmayanların durumu ise daha açıktır) sahabe olmak, sohbet, arkadaşlık dostluk, mulazemet, itaat gibi manalara gelir. el-Kâmûsu’l-Muhit, I, 93; es-Savâiku’l-Muhrika s. 212; Şerhu’l-Makâsıd, V, 319.
2. İbn-i Abbas (RA) onların-peygamberle birlikte bir saati sizden birinizin kırk yılından hayırlıdır der bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviye II, 693.
3. Sübülüs-Selâm, IV, 127.
4. A.g.e., IV, 127; Ayrıca bk. el-Câmi‘Li Ahkâmî’l-Kurân IV, 170, Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviye II, 691 vd. İbnu Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Te’vilu Muhtelifi’l-Hadîs, Beyrut, 1985, s. 107-108.
5. Kelamcılar, usulüddin alimleri de hilafetle ilgili konularda bu husustaki görüşlerini belirtmişlerdir.
6. Rasulüllah ümmetin gittikçe bozulacağını, müşrik toplumlara benzeyeceğini ilk devirdeki kemalini kaybedeceğini belirtir. Bk. Sünenu



Risalet ve velâyet nedir?
Risalet, Allah’tan bir tavzif (görevlendirme), velâyet ise Allah’a bir yükseliştir. Yani, Allah bazı insanları, insanlara resul olarak göndermiştir. Bu bir görevlendirmedir. “Allah kime risalet görevini vereceğini en iyi bilendir” (En’am Sûresi, 124) ayetinin hükmünce, kim buna ehilse, görevlendirilir. İlk insan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdir. “Her ümmet için bir resul vardır” (Yunus Sûresi, 47) ayetinin belirttiği gibi, her kavme peygamber gönderilmiştir. Hz. Muhammed (asm.), son peygamberdir (Ahzab Sûresi, 40). Risaleti bütün insanlığa şümullüdür.
Risalet, Peygamberimizle noktalanmıştır. Fakat velayet devam etmektedir. Risalet ve velayet, birbirine karışmayan iki deniz gibidir. Hiçbir veli nebi mertebesine ulaşamaz.
Velayet, risaletin bir delilidir. Risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlarını velayet bir nevi kalbî müşahede ve ruhanî zevk ile, aynelyakîn derecesinde görür, tasdîk eder. (1)

Risalete mucize verilmiştir, velayete de kerâmet. Keramet, Allah’ın veli kullarında meydana gelen harikulade hallerdir. Mesela, gönüllerden geçeni bilmek, bast-ı zaman ve tayy-ı mekan gibi.
Velayet için illa keramet şart değildir. Bütün evliyalardan daha üst mertebede yer alan sahabelerde kerametin fazla görülmemiş olması, bunu ispat eder. Asr ı saadeti anlatan kitaplarda zikredilen kerametlerin sayısı, üç-beş tanedir. Bunlardan en meşhuru, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Medine’de bir gün hutbede iken “Ya Sariye! Dağa, dağa!” diye bağırmasıdır. Sariye, Hz. Ömer’in komutanıdır. O esnada İran’da Mecusilere karşı savaşmaktadır. Hz. Ömer’in sesini duyar. Ordunun sırtını dağa yaslar ve galip gelir. (2)

Kerametten daha mühimi, istikamettir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud Sûresi, 112) ayeti, istikameti emreder. Tarîkattan gaye keramet değil, istikamet olmalıdır. Çünkü, “Bu dünya, daru’l- hikmettir, daru’l-hizmettir. Daru’l ücret ve mükafat değildir.” (3)

Allah’ın veli kulları her devirde olmuşlardır ve kıyamete kadar da olmaya devam edeceklerdir. Veli, görüldüğünde Allah hatıra gelen kimsedir. (4) Böyle insanlar, “Dikkat edin! Allah’ın evliyası için ne bir korku vardır. Ne de onlar üzülürler” (Yunus Sûresi, 62) ayetinin mazharıdırlar. İç alemleri çalkantılardan uzaktır. Huzur ve itminana ermişlerdir. İç âlemlerindeki nuraniyet, dışlarına da aksetmiştir. Onları görmek, insana huzur verir, mukaddes şeyleri hatırlatır.

Veliler rahmetin celbine, belaların def’ine vesiledirler. Birer manevi cazibe alanına sahiptirler. Ordudaki subaylardaki rütbeler misali, onların da rütbeleri vardır. İnd-i İlahide makbul insanlar olduklarından, onlara düşmanlık edenler, semâvi afetlere maruz kalırlar.



Rabıta ne demektir?
Rabıta, “bağ, münasebet ilgi, alâka, bağlılık, mensub olmak...” gibi anlamlara gelir. Kendi şahsiyetinden sıyrılıp, sözgelimi şeyhin veya Resulullah’ın şahsiyetiyle bütünleşme, bir bağ kurma şeklinde uygulanır.
Malum olduğu üzere, seven sevdiğini hayal eder. Onu kendine yakın hisseder. Hatta rüyalarında bile onunla olur. Onunla aynîleşmek ister. Usta-çırak, hoca-öğrenci münasebetleri de rabıtayla alakalıdır. Çırak ustasının hareketlerini, öğrenci hocasının söylediklerini hatırlamaya, sanki tekrar o ana dönmeye gayret eder.

İşte, bir müridin mürşidini hatırlaması da böyle bir rabıtadır. Bu rabıta, mürşidin suretine değil, o vücudda sergilenen İslamî özellikleredir. Daha doğrusu, öyle olmalıdır. (1) Böyle bir rabıta, mürşitteki kemâl vasıflarının müride yansımasına sebebiyet verecektir. Buna, “fena-fişşeyh” denir. Fakat mürid orada kalmamalı, “fena-firrasul” ve “fena-fillah” makamlarına yükselmeye gayret etmelidir. Yani, şeyhinde fâni olan bir mürid, ondaki güzel özellikleri kazanıp, ondan peygamberde fâni olmaya yönelmeli, daha sonra da, Allah’ta fâni olmalıdır. (2)

Bu fena (fani olma) halleri zevkî birer mesele olmakla birlikte, herkes için şu manada uygulanabilir: Bir insan kendi reyini, fikrini bırakıp hocasının, üstadının yahut şeyhinin iradesini kendi iradesine tercih ederse bu zatlarda fani olmuş olur. Aynı şekilde, bütün işlerini, hallerini ve sözlerini Allah Resulünün sünnet çizgisine göre ayarlarsa Peygamberimizde fani olmuş olur. Allah’ın emir ve yasaklar manzumesini çok iyi kavrayıp hayatının bütün safhalarının buna göre yönlendirdiği taktirde de fena-fillah makamından bir pay elde etmiş olur.



Bir tasavvuf kavramı olarak “çile” ne demektir?
Tasavvuf yolu, bir çile yoludur. Kaba demir kızgın ateşe sokulmadan şekillendirilemez. Öyle de, çilesiz nefsi arıtmak mümkün değildir. Saadet sarayına meşakkat yolundan varılır. Tasavvuftaki “çile” ifadesi “kırk gün” anlamında Farsça bir kelime olup, Hz. Musa’nın Tur-i Sina’da Tevrat’ı almak için kırk gün riyazette kalmasından alınmıştır. (Resulullah’ın nübüvvet öncesi Hira’da itikafı da bu tarz bir durumdur.) (Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 139)
Tefekkürde, tezekkürde yoğunlaşmak için böyle bir uzlete ihtiyaç vardır. Aslında her talib-i hakîkatin, her sene hiç olmazsa bir ay münzevî kalması ve bu bir ayı tefekkür, tezekkür, nefis muhasebesi, ilim gibi yüce şeylerle değerlendirmesi, son derece yerinde olacaktır.

Çile dönemi, aynı zamanda bir riyazet dönemidir. Riyazet, şehvetlerle ve nefs-i emmâre ile mücadele planı, az yemek, mideyi doldurmamak ve bu suretle ruhu inceltmek ve rahat çalışabilmek için yapılan beden ve ruh terbiyesidir.( İz, Tasavvuf, s. 10)

Tasavvufta, “kıllet-i taam, kıllet-i menam, kıllet-i kelâm” (az yemen, az uyumak, az konuşmak), riayet edilmesi gereken esaslardandır. Bunlara riayet, ruh sultanının beden ülkesinde hâkimiyetini sağlayacaktır. Yoksa, çok yiyen, çok uyuyan ve lüzumsuz çok konuşan bir kişide, ruh sultanı zindanda kalacaktır.

Maddiyatın kanunları olduğu gibi, maneviyatın da kanunları vardır. Mesela, cılız bir insan halter çalışmakla güçlü bir hale gelir. Onun gibi, riyazete riayet eden bir kişi de, ruhen güçlenir. Hemen her mistik akımda riyazet temel bir esastır. Öyle ki, bu riyazete riayet eden Hint fakirlerinde, şeklen keramete benzeyen harika haller görülebilmektedir.

Çilelere sabredenler, Allah’tan gelen her şeyin güzel olduğunu görürler. Şu dörtlük, onların dünyasını güzel tasvir eder:[/

[b]Hoştur bana Senden gelen.
Ya gonca gül, ya da diken.
Ya hil’atu, ya da kefen.
Narın da hoş, nurun da hoş.



Tasavvufta dünyayı terketmenin gereği üzerinde duruluyor. Sizce bizim dünyaya bakışımız nasıl olmalıdır?

Tasavvufun mühim esaslarından biri, dünyayı terk etmektir. Şüphesiz bu terk, kesb (çalışma) yönünden değil, kalp yönündendir. (1) Mahiyetine hem madde, hem mânâ derc edilen insan, maddenin mahkumu olmamalıdır. Zira madde, ancak mânâya hizmetkar olabilir. Bir insan para kazanmalı, fakat parayı kalbine değil, kasaya koymalı ve o parayla İslâma hizmet etmelidir. Mevlâna’nın teşbihiyle, “Su geminin içine girerse onu batırır. Altında bulunursa, onu yüzdürür.” (2)

Dünyanın bir çekim kuvveti vardır. Bu çekimden kurtulamayanlar hakikatin semasına yükselemezler. Yere çakılır kalırlar. Süfliyatta boğulurlar. Masivaya dalarlar. Halbuki, dünya ahiretin tarlasıdır. (3) Seyyar bir ticaretgahtır. Bir misafirhanedir. (4)

Kendini dünyanın servet ve şaşaasına kaptırmış olan Karun’a, kavmi şu hatırlatmayı yaparlar: “Allah’ın sana verdiğinden ahiret yurdunu gözet, dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas Sûresi, 77). Dünyadan nasibin ne olduğu hakkında Hamdi Yazır, şu açıklamada bulunur: Bazıları, “helâl rızk ve meşru dünya zevki, diye anlamak istemişlerse de, o geçici dünyanın kendisi demektir. Asıl dünyadan nasip ise, “Dünya ahiretin tarlasıdır.” gereğince, ahiret için elde edilen fayda, ahirete kalacak ameldir. Yoksa dünyadan nasip, nihayet bir kefendir.” (7)

Bir kısım sofîlerin, dünyayı terk noktasında “bir lokma bir hırka” telakkileri, kendi hususî anlayışlarıdır. Yoksa bu, tasavvufta bir esas değildir. (Cool Asıl hüner, dünyayı ahiretin tarlası olarak görüp, ekip biçmek, mevcudatı İlâhi isimlerin ayineleri görüp, müştakane temaşa edip bakmaktır.

İçinde yaşadığımız dünya, bir cihetten “ahirete tarladır(9), bir başka cihetten ise, bir oyun ve eğlence” (Ankebut Sûresi, 64; Hadîd Sûresi, 20). Mevlâna, dünyanın bu yönünü şöyle ifade eder: “Çocuklar oyun esnasında dükkan yaparlar ve güya alış-veriş ederler. Fakat o dükkanın ve o alış-verişin vakit geçirmekten başka faydası olmaz.” Gece olunca, dükkan açan çocuk aç olduğu halde eve döner. “Bu cihan da, çocukların oyun yeri gibidir. Gece olması ölümdür.” (10) Bir başka açıdan ise dünya, bir uyku ve rüyadır. “İnsanlar uykudadır. Öldüklerinde uyanırlar” vecizesi bunu anlatır. (11)

Dünyadaki makam, servet gibi şeyler geçici olduğundan bir kıymeti yoktur. Bu imkanlar, Allah yolunda değerlendirilmişse bir mânâ ifade eder. Yoksa, rüyadaki makam ve servetten bir farkı olmayacaktır.

İnsanın tabiatında dünyaya bağlılık vardır. Mevlâna bunu, ham meyvelerin ağacın dallarına sıkı sıkıya tutunmasına benzetir. Meyveler olgunlaştığında ise, bu bağ gevşer ve o meyveye ağaçtan kopmak ağır gelmez. Nitekim, kâmil insanlar dünyadan ayrılıktan korkmamışlar, hatta sevmişlerdir. Çileli bir hayattan sonra Mısır Azîz’i olan Hz. Yusuf (a.s.) şu duayla dünya dalından kopma dilekçesi verir:
“Ya Rabbi, bana bir saltanat verdin ve bana ‘te’vîl-i ehadis’ten (rüya tabirinden) öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan, Sen dünya ve ahirette benim yardımcımsın. Beni Müslüman olarak vefat ettir ve salih kullarına beni kat” (Yusuf Sûresi, 101).

Ehl-i iman, dünyanın mahkûmu olmaktan kurtulmuş kimseler haline gelmelidirler. Sosyal mevki ve itibar arttıkça, dünyanın cazibesi de artar. O oranda, onun hâkimiyetinden kurtulmak zorlaşır. Şu olay, bunu güzel gösterir.

Hükümdarın biri, maneviyat büyüklerinden birine, “Dile benden ne dilersen” der. O maneviyat eri, “Senden ne dileyebilirim ki?” der. “Zira, benim hakîr iki kölem sana hâkim ve efendi olmuşlardır!” Hükümdar şaşkın bir şekilde, “Kim bunlar?” deyince, maneviyat büyüğü şu cevabı verir: “Biri gazap, biri şehvet...”

Şu dünya hayatı, ebedi saadeti kazanmak için verilmiş bir sermayedir. Günün yirmi dört saati, yirmi dört altından daha kıymetlidir. Fakat şu bir gerçektir ki, pek çok insan ömrünün kıymetini bilmemekte, onu boş işlerde zayi etmektedir. Bu noktada, Hafız-ı Şirazî’nin şu nasihatı hatırdan çıkarılmamalıdır:



“Bir dere kenarına otur da, ömrün geçişini seyret.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.mardinliyiz.org
 
Tasavvuf ve Tarikat
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İslam ve Tasavvuf Hakkında Bilgi Kaynağı
» [color=red][b]Tasavvuf nedir? [/b][/color]

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
HakkarimForum :: Dinler ve İnançlar Bölümü :: İslamiyet Ve Tasavvuf-
Buraya geçin: